Light Pink Pointer

30 Temmuz 2021 Cuma

Kelime Oyunu #35

 

Benim Annem Deniz

Simon, kızını denize götürdüğünde ne diyeceğini bilmiyordu. Kızı ona annesini görmek istediğini söylemişti. Ve işte şimdi buradalardı.

Küçük kız olayları anlamaya çalışıyordu. 5 yaşındaydı ve bazı şeyleri anlamak için fazlasıyla küçüktü. Simon ve kızı iskelenin ucuna oturup ayaklarını aşağı, denize doğru uzattılar. Simon çantasından bir buzdolabı poşeti çıkardı ve içindeki çikolatalı kurabiyelerden birini kızına uzattı. Baba kız karşılıklı denizi seyrediyor, tek kelime etmiyorlardı.

“Ne yani, benim annem deniz mi?”

Simon buruk bir şekilde gülümsedi. Nasıl olurdu da bu tertemiz kalbe mürekkep damlatabilirdi? Nasıl olurdu da gerçekleri söyleyerek bu küçük kızda unutamayacağı bir iz bırakırdı. Annesinin yaşamına son vermek için denize sığındığını söyleyerek bu küçük kızın umutlarını da denizde boğmuş olmaz mıydı?

“Evet, senin annen deniz. Ama ilk başta deniz değildi.”

“Nasıl yani, annem denize mi dönüştü?”

Küçük kız hevesle dinliyordu. Çocukluk işte, diye düşündü Simon. Hayat onların gözünde harikaydı. Keşke herkes çocuk kalabilseydi.

“Evet aynen öyle.”

“Nasıl oldu peki baba, anlatsana!”

Küçük kız daha çok babasına sokuldu. Ağzından çıkacak her kelimeyi heyecanla bekliyordu.

“Annen deniz kralına yardımlarından dolayı bu ödülü kazandı, denize dönüştü. Deniz kralı öyle kudretli öyle harikaydı ki deniz halkının hepsi ona saygı duyardı. O başlarına gelmiş en iyi kraldı. Ancak halkına yansıtmadığı kusurlu birçok yanı vardı. Karanlıktan çok korkuyordu.”

Kız hemen sözünü bölüp gülümsedi.

“Koskoca denizlerin kralı karanlıktan mı korkuyormuş! Vay canına.”

Simon gülümseyerek kafasından yarattığı hikâyesine devam etti.

“Evet hem de çok. Günün birinde denizin bilinmeyen ve oldukça karanlık bir köşesindeki gizemli yaratıkların deniz halkını rahatsız ettiği haberini almış. Oraya gidip soruna bakması gerekiyormuş. Ama bunun için fazla korkakmış. Yine de tüm birliklerini toplayıp yola koyulmuşlar. Vardıklarında ise kral korkusundan tir tir titriyormuş. Oraya gitmesinin imkânı yokmuş. Tam o sırada karşılarına oldukça alımlı ve güzel bir kadın çıkmış. Bu kadın insan dünyasından Ester’miş.”

“Ester! Benim annem!”

“Evet, senin annen.”

Simon duraksamak zorunda kaldı. Sanki boğazına bir yumru oturmuştu. Burnunun direği sızlıyor ama kızına çaktırmamaya çalışıyordu. Uzun zamandır eşinin ismini ilk defa söylüyordu ve bu onda oldukça kötü bir his yaratmıştı. Hayır, şimdi ağlayamazdı. Hikâyeyi bitirmeliydi. Hem kendisi hem de kızı için.

“Baba niye durdun, anlatsana.”

“Daha sonrasında kral şaşırmış tabii. Bu kadar güzel bir kadını daha önce hiç görmemiş. Ama onu etkileyen dış görünüşünden çok yaydığı enerjiymiş. Kadın fazlasıyla pozitif ve iyi biriymiş.

-Ey denizlerin yüce lordu, size yardım etmeye geldim. Yaydığım ışıkla size ve askerlerinize yol gösterecek ve halkın huzurunun geri gelmesine katkıda bulunacağım.

Kral bu teklifi reddedecek konumda değildi. Onun için her türlü ışık bir kurtuluştu. Bunun üzerine kral, birlikleri ve bu güzel kadın ile denizin diplerine doğru yol almış. Oraya varmaları 2 gün sürmüş. Karşılaştıkları manzara oldukça korkunçmuş. Bir sürü kedi balığı bir masada toplanmış, kâğıda bir şeyler karalayıp bağrışıyorlardı. Kral ve ekibi hemen oraya yönelmişler.

-Ben denizlerin yüce lordu Kral Rex, siz kedi balıklarının derdi nedir açıklayınız.

Kedi balıkları hemen krala dönmüşler. Bir tanesi konuşmaya başlamış

-Ey denizlerin yüce lordu Kral Rex, bizi bu karanlıkta yaşamaya ittin ve imkânlarımızı kısıtladın. Halkla aramıza mesafe koydun. Mutlu olmamızı engelledin ve sevdiklerimizden bizi kopardın. Rica ederim bize söyleyiniz, bu nasıl yüceliktir, lordum?

Kral Rex şaşırdı. Bunları duymayı beklemiyordu. Ne yapması gerektiğini de bilmiyordu.  Sadece şaşkın şaşkın etrafına bakıyordu. Bunun üzerine Ester olaya el attı.

-Siz kedi balıklarını çok iyi anladığımızı belirtmek isteriz ama kraliyet kayıtlarına göre kedi balıklarının reisi kraliyete ihanetle suçlanmıştı. Bundan dolayı o ve tüm kedi balıkları karanlık sulara gönderildi. Peki, bunu bile bile nasıl olur da karanlıktaki suda yaşama nedeninizi sorgularsınız?

Bir diğer kedi balığı atladı.

-Başımızdaki reis ne yaptı bilemeyiz ama biz öyle balıklar değiliz hanımefendi. Sevdiklerimize kavuşmak istiyoruz. Özgürlük istiyoruz. Yaşamak istiyoruz. Kraliyete sadık olduğumuzu kanıtlamak ve sorumluluklarımızı yerine getireceğimizi göstermek istiyoruz. Kral Rex’ten bize bir şans daha vermesi için izin istiyoruz ve huzuruna çıkmaktan dolayı oldukça mutlu olduğumuzu da belirtmek istiyoruz.

Kral Rex ‘Ne de çok şey istiyorlar!’ diye düşünürken Ester’i kolundan tutup odanın uzak bir köşesine doğru kendisini çekiştirir. Kulağına fısıldar.

-Sizce ne yapmalı hanımefendi?

Ester koskocaman gülümseyerek cevap vermiş.

-Bence affetmeliyiz lordum. Herkes şansı hak eder. Sırf liderleri kötü diye halkın da kötü olduğunu varsayamayız.

-Haklısınız hanımefendi. Teşekkürlerimi sunuyorum size.

Bunun üzerine Kral, kedi balıklarını affetmiş ve onlara sarayın yakınındaki oldukça güneşli evleri vermiş. Bunun üzerine huzur sağlanmış oldu ve halk tekrar eski huzuruna döndü.

Saraya vardıklarında Kral, Ester’e bol bol teşekkür etti. Kendisine dileğinin ne olduğunu sordu. Ester ise hemen cevap verdi.

-Kralım, sizin de izniniz olursa ben denizin bir parçası olmak istiyorum. Hem kraliyete yardımcı olup halkta bir sorun olup olmadığını da öğrenmiş olurum. Size bildiririm ve huzurla krallığınızı yönetirsiniz. Tek arzum budur.

Kral, Ester’in isteğini ikiletmedi ve kendisini deniz ile bütünleştirdi. Ester ortadan kayboldu ve krala sadakat yeminiyle kraliyet için çalışmaya başladı. Bunun üzerine halk sonsuza dek mutlu yaşadı ve Ester’in heykeli meydana dikildi.”

Simon hikâyesinde birçok boşluk olduğunu biliyordu ama tek dileği küçük kızın bunu sorgulamamasıydı.

“Yani benim annem kurtarıcı mı? Benim annem bir prenses mi?”

“Aynen öyle. Senin annen bir kurtarıcı ve bir prenses. Senin annen harika biri ve seninle gurur duyuyor. Seni izliyor ve senin mutluluğunla mutlu oluyor.”

Kız gülümsedi ve bir anda ellerini ağzının yanlarına yerleştirerek bağırmaya başladı.

“Anne seni çok seviyorum, sen benim kahramanımsın!”

Simon işte şimdi kendini tutamamıştı. Ağlıyordu ve gözyaşları bir kez gözünden aktı mı durdurması oldukça zordu. Hıçkırıyordu ve bunu saklama gereği duymuyordu. Kız ise bunu fark etmiyordu. Denize doğru bağırıyor ve annesinin duymasını umut ediyordu.

“Baba sence annem beni duymuş mudur?”

“Tabii ki duymuştur. Sen ondan ne kadar uzak olursan ol o seni her yerden duyar. Yeter ki ona seslen.”

Biraz daha orada kaldıktan sonra kalktılar. Kurabiye kırıntılarını topladılar  ve arabaya binip evlerine gittiler. Her hafta sonu küçük kız annesine mektup yazdı. Bu mektupları şişeye koyarak denize yolladılar. Küçük kız bu mektupları annesinin okuyacağından oldukça emindi.

Simon kızına yalan söylediği için çok pişmandı ama başka çaresi yoktu. Kızının büyüyünce onu anlayacağını umuyordu.

Bu mektup işine Simon da dâhil oldu. O da içinde biriktirdiklerini kızıyla denize yolladı. Baba kız bu aktiviteyi yaparak içlerindeki her şeyi denize boşaltıyorlardı, onlar da denize karışıyorlardı, tıpkı Ester gibi…

SON

Yazımı okuduğunuz için teşekkür ederim. Bu haftanın kelimeleri İlkay’dan geldi. Onun yazısına ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

Kelime Oyununun otuz beşinci yazısında buluştuk bugün. Umarım daha birçok yazıda buluşuruz. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle kalın…

 Son yayımladığım incelemelerim:

Dünyaya Yön Veren Kadınlar kitabına yaptığım incelemeye ulaşmak için buraya tıklayınız.

Theo'ya Mektuplar kitabına yaptığım incelemeye ulaşmak için buraya tıklayınız.

 

Dünyaya Yön Veren Kadınlar | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Julia Pierpont’un yazdığı ve Manjit Thapp’in resimlediği “Dünyaya Yön Veren Kadınlar”ı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Peki, nasıl bir kitaptır bu “Dünyaya Yön Veren Kadınlar”? Hadi o zaman hep beraber öğrenelim.

Ne anlatıyor/ Benim düşüncelerim neler?

“Dünyaya Yön Veren Kadınlar” , tarihe adlarını tırnaklarını kazıyarak yazdıran hırslı ve güçlü kadınların biyografilerinin yer aldığı oldukça bilgilendirici ve gurur duydurtan bir kitap. Birkaç tanesini bildiğimiz ve birçoğunu yeni duyacağımız bu kadınlar; ırkçılık, kölelik, seksistlik ve daha birçok problemle savaşmak durumunda kalmıştır. Kitabın en güzel özelliği bana kalırsa yaşam hikayeleri anlatılan kadınların en bilinmeyen özelliklerinin yazılmasıydı. Daha doğrusu Google’a yazıp bulamayacağınız bilgiler de içeriyordu kitap. Bu çok iyiydi.

Kitabın resimlerle desteklenmesi ise ayrı harikaydı. Bahsi geçen kadınların illüstrasyonları çok güzel yapılmıştı. Okurken uzun uzun resimleri inceledim.

Bu kadınların hikayelerini okurken bir kadın olmaktan ne kadar gurur duyduğumu anlatamam. Hemcinslerimin böyle başarılara imza atması ve kendi doğrularının peşinden gitmesi tek kelimeyle gurur vericiydi. Öyle ki bana oldukça ilham verdiler. Yaşadığım zorluklara “Benim yaşadıklarım bu kadınların yaşadıklarının yanında hiçbir şey! Onlar yapabiliyorsa, bu zorlukların altından kalkabiliyorlarsa ben de onlar gibi kalkabilirim.” Bu şekilde bakmama yardımcı oldu. Beni motive etti ve kitabı elimden düşüremememi sağladı.

İlklere ve daha birçok şeye imza atan bu kadınları hepimizin tanıması gerektiğine inanıyorum. Bu kadınları sadece biz kadınlar değil, tüm dünya örnek almalıdır bana kalırsa.

Ben kitaba bayıldım. Emeği geçen herkesin ellerine sağlık gerçekten.

Siz “Dünyaya Yön Veren Kadınlar”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz  için teşekkür ederim. Kendinize çok iyi bakın, sağlıklı olun ve kendinize inanmaktan asla vazgeçmeyin…

Bu kitaba puanım: 10/10

 


Theo’ya Mektuplar | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Vincent Van Gogh’un mektuplarından derlenen “Theo’ya Mektuplar” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman daha fazla uzatmadan incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor / Benim düşüncelerim neler?

Van Gogh’un hayat hikâyesinden ve yazdığı mektuplarından oluşan bir kitaptı “Theo’ya Mektuplar”. Yaşadığı zorlukları, psikolojik durumu ve çevresiyle ilişkilerini okuyor ve Vincent’ın duygularını adeta biz de yaşıyoruz. Öyle zorlu süreçlerden geçiyor ki psikolojik rahatsızlıkları oluyor, kendini kaybediyor ve kendisini tanımakta zorluk çekiyor.

Vincent ressam olmakta kararlı. Öyle ki amcaları da bu tarz işlerle
ilgileniyor. Ailesi Vincent’a maddi olarak destek oluyor ve sanatını takdir ediyorlar. Ancak bizim bildiğimiz Van Gogh, maalesef döneminde şu anki kadar ses getirmemiştir. Yaşamı boyunca yalnızca bir tablosu satılmıştır. Yani ölümünden sonra değeri bilinen bir sanatçıdır kendisi.

Her ne kadar berbat durumda olsa da sanatından vazgeçmemiştir. Öyle ki samanlıklarda uyumuş, evsiz kalmıştır ama yine de resim çizmiştir. İşine oldukça bağlıydı.

Kendi doğrularından asla vazgeçmemiştir. Çevresi birçok kere onu yargılamıştır ama Vincent yine de bildiği gibi hareket etmiştir. Bu yönünü gerçekten de sevdim doğrusu.

Kendi resim tarzını yaşamının son yıllarında bulmuştur. Son yılları dışında genelde yanında çalıştığı diğer ressamların tarzını benimsemiş ve onlardan etkilenmiştir.

Vincent Van Gogh değeri bilinmeyen sanatçılardan sadece bir tanesi. Umarım öldükten sonra değerinin bilindiğini bir şekilde biliyor ya da hissediyordur.

Genel olarak oldukça güzel bir kitaptı. Okurken keyif alıp üzüldüm. Vincent kesinlikle takdir ettiğim ve beğendiğim bir sanatçı. Daha birçok kişinin bu kitabı okuyup Vincent’ı tanımasını umuyorum.

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Theo’ya Mektuplar”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim, kendinize çok iyi bakın iyi günler dilerim.

Bu kitaba puanım: 10/10

Not: Çok fazla ve uzun oldukları için alıntılar bölümü boş bırakılmıştır.

 

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Prenses Kaguya Masalı | Anime Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere sevgili DeepTone’un önerisi ile Isao Takahata’nın yönetmenliğini yaptığı “Prenses Kaguya Masalı” isimli animeyi inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman daha fazla sizleri bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Bambu kesicisi olan yaşlı bir adam günün birinde bambuları keserken bir
bambunun büyülü bir şekilde parladığını görür ve hemen bambunun yanına gider. Bambu bir anda hızlıca büyür ve içinden parmak boyutunda bir kız çıkar. Bu olayla şoka giren bambu kesicisi kızı alır ve evinin yolunu tutar. Eşi ve kendisi bu çocuğa bakma kararı alırlar. Ama çocuk oldukça gariptir. Aşırı hızlı büyüyordur. Yine de aile kendi öz evlatlarıymış gibi bu kıza bakarlar.

Günün birinde bambu kesicisi tekrardan işine dönerken bir başka büyülü bambuyla daha karşılaşır. Bu bambudan da bir sürü altın ve kumaş çıkar. Bunun üzerine bambu kesici evine gider ve eşine bu altınların ve kumaşların cennetten geldiğini ve bununla kıza bir köşk yaptırıp hak ettiği biçimde kızı prenses gibi yaşatmaları gerektiğini söyler.

Bu zamana kadar köyde yaşayan kız ise bu ani değişime ayak uydurmaya çalışırken başına gelecek üzücü olaylardan habersizdir. Kızın mutluluğu için yapılan bunca şey gerçekten de kızı mutlu ediyor mudur?

Benim düşüncelerim neler?
Çok ama çok tatlı bir filmdi. Çizimler çok sevimliydi. Renk tercihinde yumuşak ve açık tonların tercih edilmesi isabetli bir karar olmuş. Çizimler aşırı profesyonel değildi ve bence bu animeyi daha da güzelleştiriyor.

Aslında filmden bir sürü mesaj çıkarılabilir. İnsanların başkalarının nasıl mutlu olacağını bilmeden onları mutlu etmeye çalışması ama onlara mutluluktan çok üzüntü getirdiklerinden habersiz olmasına, prenseslerin ve diğer birçok soylu kadının nasıl da kendilerini kabul ettirmek için değişmesi gerektiğine ve saçma nezaket kurallarına uymak zorunda olmasına kadar bir sürü mesaj çıkarılabilir ortaya. Kaguya’yı bu konuda çok olgun buldum. İstediği gibi hareket eden ve asla kendinden ödün vermeyen çok tatlı bir karakter.

Erkekler konusunda da tutumu çok iyiydi. Güzelliğinden dolayı çok seveni var tabii. Tüm soylu talipleri kendisine boş övgüler yağdırırken Kaguya onlara eğer kendisini seviyorlarsa kendisini benzettikleri bütün o değerli eşyaları getirmelerini ister. Bunun üzerine şoka giren talipler 3 yılın ardından kendilerince Kaguya’yı kandırmaya çalışırlar. Ama Kaguya bunların farkındadır ve gereken cevabı da bu kendini bilmezlere verir. “Demek ki sizin gözünüzde değerim bu kadarmış.” diyerek de kalbimizde özel bir yer kazanıyor bu prenses.

İzlerken duygulandığım ve sıcacık gülümsediğim bir filmdi. Sevgili Deeptone’a bu önerisi için çok çok çok teşekkürler!

Siz “Prenses Kaguya Masalı”nı izlediniz mi? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle kalın…

Bu animeye puanım: 10/10

 




Mürebbiye | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Stefan Zweig’in yazdığı “Mürebbiye” isimli kitabı yorumluyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Mürebbiye sadece tek bir hikâyeden oluşmuyor. Birkaç hikâyeden oluşuyor ama kitaba da adını veren “Mürebbiye” öyküsünü inceleyeceğim ben. O zaman çok uzatmadan incelememe geçeyim.

Ne anlatıyor?

İki küçük kız kardeşin Mürebbiyesi olan bir kadın gün geçtikçe korkunç bir kedere kapılır. Sürekli ağlıyor ve dalıp gidiyordur.

Küçük kızlar bu durumu merak eder ve gizlice kapıları dinleyerek durumu anlamaya çalışırlar. Yetişkinler dünyasının korkutuculuğunu anlayan kızlar
hiç bilmedikleri bu dünya karşısında kendilerini kaybolmuş hissederler. Bir yandan Mürebbiyeleri için üzülüyor bir yandan da olayların şokunu atlatmaya çalışıyorlarken daha da kötü günlerin geleceğinden habersizlerdir.

Benim düşüncelerim neler?
İlk öncelikle biraz yayınevini eleştirelim.

Lafı yumuşatmayacağım. Yayınevi berbattı. Bir sürü yazım yanlışı, noktalama hatası ve devrik cümlelerle doluydu kitap. Öyle ki kitabı okurken eziyet çektim adeta. “Bu kadarını da yanlış yapmazlar.” dediğim ne varsa hepsini yanlış yapmışlar. Sadece bir yerde olsa neyse diyeceğim de her cümlede var bu yanlışlar. Bu da ister istemez “Bu yayınevi Türkçe biliyor mu?” sorusunu akla getiriyor. Sizin için aşağı bir yerlere bu yazım yanlışlarından bir tanesini iliştireceğim.

Bunun dışında kitaba dönecek olursak Stefan Zweig’in diğer okuduğum kitaplarıyla karşılaştıracak olursa pek de beğendiğim bir kitap olmadı.
Öykülerin sonları çok belirsizdi ve çok da tatmin edici bitmediler. Sadece kitaptaki “Geç Ödenen Borç” isimli öyküyü çok beğendim. Bunun dışında da karakter psikolojisinin derinlerine inmekte elbette ki Zweig iyi bir iş çıkarmış. Ama maalesef yine de pek benimseyemedim kitabı.

Bunun dışında çok da söylenecek bir şey yok.  Okumamı önerir misin diye sorsanız çok da önermem.

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Mürebbiye”yi okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok iyi bakın, sevgiyle ve saygıyla kalın…

Bu kitaba puanım: 6/10

Alıntılar

“Ben de hep sanıyordum ki insanın âşık olması çok güzel bir şeydir.”

“Bugün artık hiçbir şey geçerli değil, yalnızca para, lanet olası para, kendi lehine kullanmasını bilen için bir de reklam. Bunu anlamayan geberip gidiyor.”

“Mutlu olmak kadar sağlığa iyi gelen başka bir şey yoktur ve başka bir insanı mutlu etmek kadar mutluluk veren bir şey de.”

23 Temmuz 2021 Cuma

Bir Kadının Hayatından 24 Saat | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Stefan Zweig’in yazdığı “Bir Kadının Hayatından 24 Saat” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman sizleri bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Ana karakterlerden biri olan Hanımefendi, günün birinde kaldığı oteldeki Madam Henriette isimli bir kadının eşi ve çocuklarını bırakıp oteldeki yeni tanıştığı başka bir adam ile kaçması üzerine bu kaçan kadını savunur ve herkes kendisine çıkışır. Nasıl olurdu da bu kadını savunurdu? Eşi ve çocuklarını bırakıp gitmiş bir kadını savunan başka bir kadın nasıl biri olabilirdi ki?

Ana karakterimiz olan Hanımefendi ise bir kadının kocasının yüzüne bakıp kocasını aldatmasındansa böyle bir şey yapmasının daha doğru olduğunu savunur. Her kadının hayatında böyle anlarının olabileceğini ve eğer bir kişi mutsuzsa gerçekleşen olay onun sadece bahanesidir diye düşünerek düşüncelerini belli eder.

Bunun üzerine otelde kalanlardan biri olan Mrs. C. Hanımefendi’nin bu sözlerinden çok etkilenir ve kendisine yaşadığı bazı şeyleri anlatmak istediğini söyler. Bir kadının yaşamının 24 saatte nasıl da değişebileceğini kanıtlayan bu olay ise hem Mrs. C. İçin anlatması zorlu hem de Hanımefendi için dinlemesi üzücü bir hikâyedir…

Benim düşüncelerim neler?

Ana karakterlerden biri olan Hanımefendi’nin düşünce tarzı bence çok hoştu. Kendisini birçok konuda takdir ettim.

Mrs. C.’nin öyküsünden oluşan bu kitapta bir kadının daha doğrusu bir insanın yaşamının 24 saatte nasıl da tepetaklak olabileceğini okuyoruz.

Bir insanın tutkuları uğruna nasıl da yanıp kül olabileceği, bağımlılıklardan vazgeçmenin nasıl da zorlu olabileceğini iliklerimizde hissettiğimiz hoş  bir kitaptı.

Aynı zamanda tüm otelde kalanların kaçan kadını kötülemesi, adını lekelemesi ama kaçan ve iyi anlaştıkları beyefendiyi sadece kınamaları ise dikkatimi çekti. Beyefendi’den söz bile edilmezken kaçan Hanımefendi yerden yere vuruluyor. Bu da toplumun ataerkilliğinin bir göstergesidir bana kalırsa.

Bir şey daha belirtmeliyim ki dipnotlar çok karışık bir şekilde yazılmıştı. Düzenleyen ya da bununla ilgilenen kişinin işini çok da iyi yapamadığını düşünüyorum maalesef. Rastgele yerleştirilmişti dipnotlar. Birininkini okurken bir diğer dipnotu okuyamamak bana kalırsa oldukça büyük ve düzeltilmesi gereken bir hata.

Buralar hafiften spoiler içerebilir. Yani kitabı okumadıysanız kitap hakkında öğrenmediğiniz şeyleri öğrenebilirsiniz. Bu yüzden kitabı okumadıysanız buraları okumanızı önermiyorum.

Bana kalırsa Mrs. C.’nin Genç Çocuk’tan hoşlanmasının bir sebebi kumar masasındaki tek duygularını yansıtmaktan çekinmeyen kişi olmasıydı. Diğer herkes yüzlerini kaskatı tutup mekanik birer robot gibi oyununa bakarken Genç Çocuk hiçbir duygu belirtisi göstermekten korkmuyor ve tutkuyla oyununu oynuyordu.

Genç Çocuk’un bu tutku ve duygu yüklü karakterini kumar masasında kaybetmesinden korkan Mrs. C. Belki de bu tutkusunu yaşamaya yönlendirmesini istedi. Kendi hayatı ellerinden kayıp gitmişken belki birine bir hayat bahşedebilirdi? Kendi hayatı bu kadar amaçsızken bu çocuk onun amacı olabilir, bu kalbini pırpır ettiren genç kendi yaşayamadıklarını yaşayabilirdi.

Bunun üzerine tabii ki Mrs. C. Yardımcı oluyor çocuğa. Ama kumar tutkusu öyle bir tutkudur ki…

Spoiler bitimi.

Mrs. C.’nin yaşadığı oldukça zorlu ve yıpratıcı bu anıyı okurken kalbim burkula burkula okudum. Kalbi pır pır ederken kalbinin de kumar masasında kaybedileceğinden habersiz Mrs. C. Yaşamının bu zorlu anlarını Hanımefendi’ye anlatabilecek midir? Hanımefendi’nin tepkisi ne olacaktır?

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Bir Kadının Hayatından 24 Saat”i okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok iyi bakın. Hep mutlu olun, mutluluğu hak edenlere değer verin…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“İnsanların çoğunun hayal gücü kısıtlıdır. Kendilerine doğrudan dokunmayan, sivri ucu sert bir biçimde ısrarla duyularını harekete geçirmeyen şey, onları neredeyse hiç tahrik etmez; ancak tam gözlerinin önünde meydana gelen ve duygularının dokunma mesafesindeki en ufak bir şey dahi içlerinde ölçüsüz bir tutkuyu tutuşturur. Böyle bir durumda da nadiren gösterdikleri duyarlılıklarının yerini yersiz ve abartılı biri şiddet alır.”

“Sonrasında Alman bayan da bunu abartarak ders verircesine, bir yandan gerçek kadınların, öte yandan da Madam Henriette gibi ‘doğasında azgılık yatan’ kadınların olduğu söyleyince sabrım iyice taştı ve ben de saldırgan olmaya başladım. Bir kadının hayatının bazı anlarında isteği ve bilgisi dışında gizemli güçlerin etkisi altında olabileceği gerçeğine karşı gösterilen dirençte, insanın kendi içgüdülerinden duyduğu korkunun ve doğasındaki şeytanlıkların yattığını ve bazı insanların kendilerini: ‘kolay baştan çıkarılanlar’dan güçlü hissetmekten zevk aldıklarını dile getirdim.”

“Devletin adaleti bu tür olaylar hakkında elbette benden daha sert karar verir, genel ahlak kurallarını ve gelenekleri acımasızca korumak onun yetkisindedir: Bu da onun insanları affetmesini değil, yargılamasını zorunlu hale getirmektedir. Fakat ben sivil biri olarak neden gönüllü biçimde bir savcının rolünü üstlenmem gerektiğini anlamıyorum: Ben savunma tarafında olmayı tercih ediyorum. Şahsen ben insanları yargılamak yerine, onları anlamaya çalışmaktan zevk alıyorum.”

“Belli bir amaç için yaşanmayan her hayat da bir yanılgıdır.”

“Minnettarlık, insanlarda bu duyguyu hissetmek artık çok nadirdir ve özellikle en çok minnet duyanlar bunu pek ifade edemezler, şaşkın bir şekilde susarlar, utanırlar ve duygularını gizlemek için de bazen öylece durup kalırlar.”

“Şimdi o karışıklıktan kaskatı bir şekilde kendime gelmiş, hatırlamak dediğimiz o kendini kandırmaca büyüsü sayesinde kaybolup uzaklaşan yaşananlara koşup keyfini çıkararak tekrar tatmak istiyordum: Böyle durumlar insanın anladığı ya da anlamadığı şeylerdir. Belki de bunları anlamak için insanın yanan bir yüreği olması gerekir.”

“Kızgınlığımı ve hayal kırıklığımı size anlatamam. Fakat o anki duygularımı bir düşünün. Uğruna bütün hayatımı feda etmeye hazır olduğum bir insan için elinin tersiyle öylece kovalayacağı bir sinek kadar değerim yoktu.”

“Büyük büyük laflarla ruh, mana, duygu dediğimiz, acı ve ıstırap dediğimiz şeylerin gerçekte ne kadar da güçsüz, zavallı, acı veren şeyler olduğunu korkuyla şu an dahi hissediyorum.”

“Zaten yaşlanmak da insanın geçmişinden artık korkmamasından başka bir şey değildir.”

 

19 Temmuz 2021 Pazartesi

Ickabog | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Sürekli hafiften üzüntülü kitaplar okuduğumdan araya tatlı ve günü güzelleştirecek bir kitap eklemek istedim. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Bugün sizlere J.K Rowling’in, tam adıyla Joanne Kathleen "Jo" Rowling, yazdığı “Ickabog”u inceliyorum. O zaman sizleri bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Kornukopya, küçük bir ülke olsa da oldukça mutlu, zengin ve harika yemeklere sahipti. Zamanının en iyi kralına sahipti ve bununla gurur duyuyorlardı. Ama böyle söyledim diye Kornukopya’nın hepsinin böyle
olduğunu düşünmeyin. Öyle bir yer var ki Kornukopya’nın en kuzeyinde, Bataklık Diyarı olarak adlandırılır, insanların açlık ve sefalet çektiği oldukça korkunç bir yerdir. Kimse onları sevmez, kaba ve pis bulurlar.

Herkes iyi bir şekilde yaşar ta ki kralın düzenlediği Dilek Gün’üne kadar. Dilek Günü, halkın krallarına problemlerini anlattığı gündür. Genelde pek bir problemi olmaz halkın, dediğim gibi halk mutludur ve paraya doymuştur.

Ama o gün tam Dilek Günü’nün bittiğini düşündüklerinde Bataklık Diyarı’ndan bir vatandaş kralın huzuruna çıkar. Kendisine, Ickabog denilen canavarın köpeğini yediğini söyler ve korkudan tir tir titrer. Yardım diler.

Ickabog, Kornukopya ülkesindeki bir efsanedir. Genelde çocuklarını terbiye etmek için kullanır bu efsaneyi ebeveynler. Ickabog; karşısına çıkan her şeyi, genellikle koyunlar ve insanları, yediği söylenen pençeleri keskin tehlikeli bir yaratıktır.

Kimse Bataklık Diyarı’ndan gelen bu adama inanmaz, özellikle de kralın en iyi dostları olan ama aslında oldukça tehlikeli ve sinsi olan Lord Tükrer ve Lord Salyan.

Ama Kral bu vatandaşa yardım etmek ister ve böylece bir birlik hazırlayıp Bataklık Diyarı’na doğru yola koyulurlar.

Bataklık Diyarı’nda gerçekleşen bir kaza sonucu bir ölümü perdelemek zorunda kalan Lord Salyan ve Lord Tükrer en iyi becerdikleri şey olan yalana başvururlar ve bu yalanın ülke üzerindeki tiranlıklarının başlamasına vesile olurlar.

Kornukopya bu zorlu süreçte belki de en umut etmedikleri kişilerden, çocuklardan yardım geleceğinden habersizdir…

Benim düşüncelerim neler?

İlk öncelikle J.K Rowling’i ne kadar övsem az kalır. Bu kitabı normalde 5 yıl önce çocuklarına anlatmak için yazmış ama tamamlamamış, tamamlamayı da düşünmemiş. Ama bu karantina sürecinde çocukların evlerde kaldığını ve sıkıldığını bilen Rowling, hikâyeye devam etmiş ve internetten ücretsiz bir şekilde yayımlamış. Daha sonra okurları olan çocuklardan hikâyede geçen sahneleri çizmesini istemiş ve çıkardığı bu kitapta bu çocukların resimlerini kullanmış.

O kadar tatlı bir düşünce ve güzel bir kitap çıkmış ki ortaya Rowling’in ellerine sağlık gerçekten de.

Kitap kapağı çok güzeldi. Altın renkli Ickabog yazısı arka planla beraber iyice öne çıkmış ve kitaba ayrı bir hava katmış.

Çocukların resimleri o kadar güzel ki kitabın sayfalarını çevirirken sürekli gülümsedim ve uzun uzun resimleri inceledim.

Kurgu da bahsettiğim birçok şey gibi çok iyiydi. Yetişkinleri ve insanları gömerken bir yandan da çocukların masumluğundan ve temiz kalplerinden bahsediyor. İnsanların çıkarları uğruna neler yapabileceğini, yanlış anlaşılmaların nelere yol açabileceğini ve bir sürü sevimli şey gördüğümüz bu kitabı sadece çocukların okuyabileceği şekilde sınırlamamız hem kitaba hem de emeğe haksızlık olur. Şahsen her yaştan bireyin okuyabileceği ve seveceği bir kitap olduğunu düşünüyorum.

Elimden bırakamadığım ve gözlerimin çok okumaktan ağrımasına değecek kadar güzel bir eserdi. J.K Rowling’e teşekkür ediyor, bu tarz kitaplara devam etmesi gerektiğini düşünüyorum.

Siz hiç “Ickabog”u okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve bol sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 10/10

Alıntılar

“Bazen –nasıl bilmiyorum- birbirlerinden kilometrelerce ötede yaşayan insanların artık harekete geçme vaktinin geldiğini aynı zamanda fark ettiği olur. Belki de fikirler rüzgârda uçuşan polenler gibi yayılıyordur, kim bilir.”



Kelime Oyunu #34

Hepinize selamlar. Bugün sizlere “Kelime Oyunu” etkinliğinin otuz dördüncü yazısını yayımlıyorum. Umarım bu yazımdan memnun kalırsınız. Nedir bu kelime oyunu diyenleriniz buraya tıklayarak yaptığım diğer Kelime Oyunu yazısına ulaşıp, Kelime Oyunu hakkında detaylı bilgiye ulaşabilirler.

Bu seferki Kelime Oyunu için kelimeleri ben belirliyorum. Bunun için DeepTone’a çok teşekkürler. ^^

Otuz dördüncü etkinlik için kedi, yağmur, çekirdek, balık ve dilek
kelimelerini seçtim. Umarım bu kelimelerle yazacağım yazıdan zevk alırsınız. O zaman daha fazla uzatmadan yazmaya geçiyorum

Ben, Dileğim ve Kedilerim

Vanessa Cleo, yaşadığı küçük ve eski köy evinde oldukça güzel zamanlar geçiriyordur. Simsiyah saçlara, burnunun üstünde bir sürü çile ve oldukça kısa bir boya sahiptir. Kısa olmasında elbette ki 12 yaşında olmasının büyük bir etkisi olsa da yaşıtlarına oranla hem daha kısa hem de daha zayıftır. Zayıflığı fakirliklerinden kaynaklanıyordu ama Vanessa fakirliklerini ya da yemek bulamayışlarını dert etmiyordu. O mutluydu ve o mutlu olduğu sürece çevresini de mutlu etmesini bilirdi.

Günlerden pazartesiydi ve yumurtaları toplama sırası Vanessa’daydı. Her 2 günde bir aile arasındaki sıralamaya göre tavukların yumurtaları belirlenen kişi tarafından toplanırdı. Vanessa seke seke, elindeki hasır sepetle kümese doğru yol aldı. Zıplamasıyla elbisesi uçuşuyor, sanki rüzgâra karışıp rüzgârın gittiği her yere gidebilecekmiş gibi hissediyordu.

Kümesin kapısını açtı ve bu hareketiyle tüm tavuklar kaçışmaya başladı. Kahkaha atarak tavukları kovalamaya başladı. Annesi onu görse sinirden köpürür ve ne kadar sorumsuz olduğu hakkında söylenip dururdu.

En sonunda oyalanmayı bırakıp yumurtaları toplamaya başladı. Yavaşça sepetine yerleştirdiği yumurtaları kırmamaya özen gösteriyordu. En sonunda yumurtaların hepsini topladı ve kümesi güzelse kilitledikten sonra evine doğru bu sefer normal bir şekilde yürüyerek yol aldı. Zıplarsa yumurtalar kırılır ve annesinin sinirli halini çekmek zorunda kalırdı. Ama bugün azar işitecek havasında değildi. Bugün kendini harika hissediyordu. Öyle ki yan komşuları Henry’nin ne kadar zayıf olduğu hakkındaki alaylarını duymazdan gelebildi.

Evine girdiği gibi çarıklarını çıkardı. Mutfaktan enfes kokular geliyordu. Sepetini tezgâha bıraktı ve annesinin ne yemek yaptığına bakmak için parmak uçlarında yükseldi.

Parmaklarını yahniye daldırmak istedi. Deli gibi acıkmıştı. Ama buna kalkışması üzerine annesine eline bir tane vurdu.

“Kirli ellerinle yemeği de kirleteceksin. Birazcık hanımefendi ol ve yemeğin olmasını bekle. Bu kadar bencil olma!”

Vanessa morali bozularak üst kattaki odasına çıktı. Tahta döşemeler çok ses çıkarıyordu ama umursamadı.

Gıcırtılı yatağına oturarak penceresinden esen rüzgâr yüzünden dalgalanan perdesini seyretti. Odasını seviyordu. Yaşlı ve kalın bir ağaç tarafından kapatılıyordu belki ama bu daha iyiydi. Ağaca tırmanan kediler Vanessa’nın odasına uğrar, Vanessa’nın onlar için bıraktığı yemeği yerler ve yatağında kestirirlerdi. Annesi bunu duysa Vanessa’ya çok kızardı. Nasıl olurdu da o pire yuvalarını yatağına alırdı?
Vanessa kendi kendine söylendi: Annesi biraz daha anlayışlı olsa ne olurdu sanki? Her şeye kızmasa, biraz mutlu olsa, kızına iyi davransa fena mı olurdu?

Hava iyice kararmıştı. Yıldızlar ve ay gökte belirmişti. Vanessa penceresine yaslanmış dışarıyı izliyordu. O sırada odasına oldukça ihtiyar ve iyi beslenmiş bir kedi girdi. Vanessa gülümsedi ve kediyi okşadı. Yıldızlar gökyüzünde kayarken istemsiz bir şekilde ağzından şu kelimeler çıktı:
“Keşke ben de senin gibi kedi olabilseydim küçük dostum!”

Vanessa kediyi biraz daha sevdikten sonra annesinin çağrısı üzerine yemeğe indi. Tüm aile toplanmış yahnilerini yiyor ve ses çıkarmıyorlardı. Vanessa sessizlikten nefret ederdi ama nefret ettiği başka bir şey daha varsa o da azarlanmaktı. Bundan dolayı konuşmaya cesaret edemiyordu.

Yemek bitince sessizce odasına çıktı. Yatağının yanında duran mumu söndürdü. Uykusu yavaş yavaş geldi ve bu sessiz gecede yıldızlara iyi geceler dileyerek derin uykusuna daldı.

Güneş perdelerin arasından süzülüyor, Vanessa’nın yatak örtüsünde raks ediyordu. Vanessa gözüne kadar ulaşan güneşten rahatsız olup uyandı. Kendine gelmek için gerindi. Yavaşça yataktan kalkarken kendindeki değişikliği anlaması çok da uzun sürmedi. Gözleri koskocaman açılmıştı. Ellerinin olması gereken yerde olan tüylü patilerine baktı. Bağırmak istedi ama evdekileri uyandırmak istemedi. Aynasının karşısına geçti ve kendine uzun uzun baktı. Sarı, kahverengi ve beyaz tüylere bezenmiş oldukça minyon bir kediydi. Kuyruğu vardı ve bu ona çok garip hissettirdi.

Bir anda odasının kapısı açıldı ve içeri annesi girdi.

“Vanessa?”

Annesi boş yatağına bakarken bir anda gözleri kedi olan Vanessa’ya takıldı.

“Seni tüy torbası! Ah Vanessa Ah! Sana kaç defa söyleyeceğim şunları odana alma diye.”

Annesi Vanessa’yı elindeki süpürgeyle kovalarken Vanessa’nın açık olan camdan kaçmak dışında başka bir seçeneği yoktu. Camdan ağacın kalın bir dalına sıçradı ve oradan da aşağıya indi. Ne yapacağını bilmiyor, ağlamak istiyordu.

Koşarak mahallede gezindi. Çekirdek çitleyen teyzeleri gördü. Onlara yaklaştı. Belki ona orada yardımcı olabilecek birileri vardır?
Ama yoktu. Teyzeler onu tekmeleyip kaçırdılar. Vanessa içinden söylendi. Bu nasıl bir muameleydi böyle? Bir canlıya böyle mi davranılırdı? Ne yazıktı!

İlerlemeye devam etti. O sırada karşısına başka bir kedi çıktı. Kendisiyle konuşmasıyla şok içinde kabardı.

“Buralarda yeni olmalısın, seni daha önce hiç görmemiştim.”

Vanessa sakinleşip cevap verdi.

“Evet öyle. Kediye dönüştüm. Nasıl oldu bilmiyorum. Bana yardımcı olur musun?”

Kedi kahkahalarla güldü. Oysa Vanessa ortada komik bir şey göremiyordu.

“Ah siz insanlar, ne dilediğinizi hiçbir zaman bilmezsiniz. Kendiniz için en iyisini istediğinizi sanırsınız ama hep kendinizi daha da kötü hale getirirsiniz.”

Vanessa sessiz kaldı. Umutları git gide tükeniyordu.

“Ben Cliff. Şapkacı Cliff. Sen kimsin?”

“Vanessa. Dur bir dakika, şapkacı mı?”

“Elbette. Ah dur sana kedilerin diyarı olan Whiskerland’den bahsetmedim.”

Vanessa dinledi. Neler oluyordu böyle?

“Whiskerland kedilerin kendilerine ait dünyasıdır. Orada yaşar, orada çalışır ve orada ölürüz. Tabii çok da eğlencelidir. Siz insanlar gibi para için birbirlerimizin boğazına yapışmayız. Sizin gibi sadece çalışıp hayatı kaçırmayız. Ben orada şapkacıyım. Buraya ise insan yemeklerinden araklamaya gelirim. İstersen seni Whiskerland’e götürebilirim?”

Vanessa’nın yapacak daha iyi bir işi yoktu. Hem belki biri ona yardım ederdi.

“Çok güzel olur Bay Cliff.”

Cliff’i takip etti. Ara sokakta kalan bir balıkçı dükkânının arka duvarındaki delikten geçtiler.

Whiskerland neredeyse Vanessa’nın hayal ettiği gibiydi. Fazlasıyla renkli ve fazlasıyla kedi doluydu. Yavaşça ilerlemeye devam ettiler. Ta ki tabelasında “Cliff’in Bıyıklı Şapkaları” yazılı tabelaya gelene kadar. İçeri girdiler ve kapının açılması ile küçük bir çan çaldı.

İçeride bembeyaz, oldukça zarif ve güzel bir kedi vardı.

“Cliff! Gelmişsin.”

“Evet, biraz hızlı oldu. Bir misafir getirdim. Diana bu Vanessa, Vanessa bu da Diana.”

Karşılıklı olarak selamlaştılar. Biraz sohbet edip sütten ve fare kılından yapılma bir şarap içtiler. Bu Vaness’nın ilk başta midesini bulandırsa da sonradan kediye dönüştüğünden mi bilmez hoşuna gitmeye başladı.

“Demek kediye dönüştürüldün ha?”

“Evet, öyle oldu. Dün yıldızlar kayarken sanırım kedi olmayı diledim. Ondan oldu bütün bunlar.”

“Ne gereksiz bir insan inancı! Kayan yıldıza dilek mi dilenirmiş?” Cliff bu yorumuyla araya girmişti. İnsanlardan çok çektiği belliydi.

Diana mor fiyonklu kuyruğunu salladı.

“Ah, sen Cliff’e aldırma. O hep böyle huysuzdur. En iyisi seni Emrick’e götürelim, o bunun bir çaresine bakar.”

“Emrick mi?”

Cliff yine araya karıştı: “Ah o yaşlı bunak hiçbir şey bilmez. Yuvarlak gözlüklerini takar, daktilosunun başından kalkmaz. Siz de onu büyücü ilan edip başımıza çıkarıyorsunuz”

Diana daha fazla Cliff’in yorumlarını dinlemedi ve Vanessa’ya onu takip etmesini işaret eden bir hareket yapıp dükkândan çıktılar. Vanessa onu takip ederken çevreye de göz atıyordu. Her yerde renkli renkli dükkânlar, oyuncaklar, tırmalama tahtaları ve tadım testi yapılması için fareli şaraplar vardı. Vanessa dünyanın büyüse kapılmıştı çoktan. Bir giysi dükkânının önünden geçerken son moda tasmaların denemesini yapan canlı mankenleri gördü. Burası nasıl bir dünyaydı böyle?

En sonunda otel tarzı bir lobisi olan garip bir apartmana geldiler. Kediler burada toplanmış kanepe yiyor, uzaktan gelen bir müziğin eşliğinde mırıldanıyor, diğer bir kedinin tasmasını överken diğer bir kedinin tüylerine ne yaptırdığını soruyorlardı.

Bu kısmı es geçip direkt olarak merdivenlere yöneldiler. Merdivenleri normal bir tempoda çıkıp Vanessa’nın tahmin ettiği kadarıyla 4. Katta durdular ve 487. Odayı aramaya başladılar.

Bulduklarında ise Vanessa nefesini tuttu. Emrick denen kedinin neye benzediğini çok merak ediyor, gerekten Cliff’in dediklerinin haklılık payı olabilir mi diye düşünüyordu.

Diana belli bir ritimle kapıyı 5 defa çaldı. Bu gizli bir şifre tınısı veriyordu.

Vanessa, Emrick’i ilk gördüğünde ne düşüneceğini bilemedi. Koskocaman yuvarlak gözlükleri, ağzında piposu, kafasında melon bir şapka ve koyu renk satenden ceketiyle filmlerden fırlamış gibi görünüyordu. Açık renk tüylerinin üzerinde küçük bir ben ve benin etrafında da sarı tüyler uzanıyordu.

Vanessa direkt olarak bu kediye saygı duyduğunu hissetti. Öyle bir havası vardı ki insan kedi fark etmeksizin onu dinleyesi geliyordu.

“Diana! Seni hangi rüzgâr attı böyle?”

“Sorma Emrick, içeride konuşalım müsaitsen?”

Böylece içeri geçtiler ve Emrick kendilerine şarap doldurdu. Ama şarap Vanessa’nın umurunda değildi. Yeterince fareli şey görmüştü. Bunun yerine oturduğu yerden odayı incelemeye başladı.

Oda oldukça karışıktı. Yazı masasının üstünde bir daktilo, kalem kutusu ve bir sürü kâğıt vardı. Ne olduğu belirsiz bir sürü peçete de etrafa saçılmıştı. Bu görüntü kendisinin hasta olduğu zamanı anımsattı.

Tek kişilik yatağın yanındaki şifonyerde bir fanus duruyor, içinde ise turuncu bir balık yüzüyordu. Balık ağzını açıp kapıyor, fanusun içinde usulca yüzüyordu. Bir sürü hediyelik eşya, kıyafet ve niceleri yatağın karşısındaki boşluğa yığılmıştı. Bu karışıklığın içinde radyo, uzaylı antenlerinden oluşmuş bir taç ve daha garip bir sürü renkli şey göze çarpıyordu ama Vanessa nihayetinde odaya bakmayı kesti ve bakışlarını Emrick’e odakladı.

“Sorun nedir, Diana? Ve bu hanımefendi de kim?”

“Tanıştırayım, bu Vanessa. Vanessa, bu da Emrick.”

Karşılıklı olarak tanışma faslını geçtiler ve Diana, Vanessa’nın başına gelenleri anlatmaya koyuldu.

“Vanessa yanlış dileği sonucu kediye dönüşmüş. Nasıl normale döneceğini bilmiyor. Şansa kendisini Cliff bulmuş. Ya başka kediler bulsaydı onu? Ah kim bilir neler-“

“Anlıyorum, Diana. Dur da Mone’nin düşüncelerini soralım.”

“Mone mi?”

Vanessa bu sefer kimle tanışacağını merak ediyordu ama odada kimse yoktu ki? E o zaman Mone kimdi?

Fanustan gelen ses ile Vanessa yerinden sıçradı. Tek korkan kendisiydi. Diğer herkes sanki balığın konuşması çok normalmiş de Vanessa anormalmiş gibi tepki vermişlerdi.

“Olanlar için genç Vanessa adına üzüntümü belirtmek isterim öncelikle. Bakalım durumu neymiş. Hanımefendi bana yaklaşabilirler miydi acaba?”

Vanessa titreyerek yaklaştı. Balığın şaşı ve büyük gözleri kadar öpücük atıyormuş gibi bir şekle sahip dudağı da kendisini korkutuyordu. Bunlara rağmen Balık Mone’ye yaklaştı.

Balık hareketsiz bir şekilde Vanessa’ya baktı. Öyle ki Vanessa balığın ölüp ölmediğinden şüphe etti.

“Görüyorum. Biraz isyankâr, biraz dalgalı bir ruh. Ah canım çocuğum, nedir seni böyle üzen, bu dileği dilemeye iten? Değer miydi bunlara?”

“Düzelemez miyim yani?” Vanessa’nın sesi detone olmuştu. Ağlamak üzereydi. 12 yaşındaki bir çocuk için çok fazla şey yaşamıştı gün içerisinde.

“Hayır hayır korkma, her şeyin bir çözümü var elbet. Ama senin için uygun iksiri hazırlamam ancak yarın mümkün olabilir. Bu süreçte sevgili Diana’nın ve Cliff’in sana yardımcı olacaklarına eminim. Yarın tekrar gelin.”

Bunun üzerine Mone’ye de Emrick’e de teşekkür ettiler ve odadan ayrıldılar. Vanessa dilini tutamadı ve tekrar soru sormaya döndü.

“Neden bana Emrick yerine Mone müdahale etti?”

“Emrick sadece sıradan bir yazar. Mone’yi sahiplendiğinde onda farklı bir şey olduğunu hissetmiş. Eve gelince de Mone’nin konuşmasıyla ve geleceği gördüğünü iddia etmesiyle bu kanıtlanmış oldu. Emrick ilk başta buna inanmasa da hem konuşan bir balığın varlığı gerçekken neden buna inanmayayım diye düşündüğünden hem de Mone Emrick’e birkaç yıl içinde hastalanıp öleceğini söylediğinden Emrick buna inanmayı seçti. Bunun üzerine Emrick kalan sayılı yıllarında Mone’nin bu yeteneğini kullanıp çevresindekilere yardım etmeye karar verdi. Ama burada olan burada kalır. Çünkü kediler bir balıktan yardım almayı kabullenemezler. Bundan dolayı büyücü ve şifacı olarak Mone değil Emrick’in ismi verilir. Tabii Cliff bunu bilmediği için onun sadece yaşlı bir bunak olduğunu düşünüyor. Çok da haksız sayılmaz ha?”

Diana buruk bir şekilde gülümsedi. Beraber Cliff’in dükkânına gittiler. Cliff bunu bekliyormuş gibi üst kattaki odasında bulunan iki yatağın yanına bir de üçüncüsünü eklemişti. Hepsi yataklarına yerleştiler ve gecenin karanlığında mırıltılar eşliğinde uyumaya başladılar.

Ama Vanessa uyuyamıyordu. Bu gece uyuyabileceğini de zannetmiyordu. Diana çoktan uyumuştu, derin mırlamalarından anlaşılıyordu. Bundan dolayı şansını Cliff’ten yana kullandı.

“Cliff?”

“Efendim?”

“İnsanları neden sevmiyorsun?” bu soruyu rastgele sormamıştı elbette. Cliff sürekli insanları eleştiren cümleler kuruyordu.

“Kendilerine bile saygısı olmayan varlıkları neden seveyim ki?”

“Ama iyi insanlar da var.”

Cliff gülümsedi. 12 yaşındaki umutları olan ve yaşama sevinciyle dolu bu küçük kıza gerçekleri söylemeye gönlü el vermedi. Bundan dolayı konuşmasına şu şekilde devam etti:

“Evet, elbette var. Ama benim karşıma çıkmadılar daha galiba.”

“Eğer acıkırsan ve bir şeye ihtiyacın olursa çekirdek çitleyen kadınların ilerisindeki ev benim. Oradaki ağaca tırmanır, 2. Kattaki odama girersin.”

Cliff koskocaman gülümsedi. Öyle ki gözleri kısıldı ve küçük bir mırıltı çıkardı.

“Sağol evlat, elbette gelirim. Sen belki kedi olmadığın için buraya tekrardan gelemezsin ama ben sana buradan bir şeyler getiririm.”

Vanessa da Cliff gibi gülümsüyordu. Düşünmeden edemedi: Buranın yetişkinleri insanlar dünyasındakinden ne kadar da daha vicdanlı daha merhametliydi! Belki saçma bir düşünceydi ama buraya geldiği için pişman değildi. Cliff ve Diana gibi arkadaşları olduğu için kendini çok mutlu hissetti.

Ertesi gün Diana ile yola koyuldu. Odaya girdiler ve Mone’den iksiri aldılar. Yeşil ve simli, tıpkı lağım gibi kokan berbat bir içkiydi. Bundan dolayı Vanessa burnunu kapatarak bir dikişte bitirmeye özen gösterdi.

Etkisini 20 dakika sonra göstereceğinden hemen oradan ayrıldılar. Vanessa Mone ve Emrick’e veda edip onlara bolca teşekkür etti. Ardından Cliff’in dükkânına uğradılar ve onunla da vedalaştılar. Cliff gitmeden önce Vanessa’ya bir şapka hediye etti. Vanessa bunu ömür boyu saklayacağına söz verdi.

Diana kendisini balıkçının arkasındaki duvara ulaştıklarında uğurladı. Beraber kucaklaştılar ve ayrıldılar. Vanessa’nın aklında bir şey vardı. Bundan dolayı çöplüğü karıştırdı. Aradığını bulup asla çekirdek çitlemekten vazgeçmeyen ve dedikodu kendilerinde bol bulunan kadınların yanına gitti. Onu görmediler şansa. Böylece Vanessa ağzındaki fareyi üstlerine fırlatıp tüydü oradan. Arkasından gelen bağırışları duyunca kıkırdadı. Bu tüm kediler için bir intikamdı ve intikam ister sıcak yensin ister soğuk, ağızda harika bir tat bırakıyordu.

Odasına uzanan ağaca tırmandı. Odasına girdi ve dönüşüm için bekledi. İnsan bedenine bürünürken kendisini sarıp sarmaladı. Bu bedeni özlemişti. Cliff’in şapkası şimdi avuç kadar kalmıştı. Özenle masasının en güzel köşesine yerleştirdi şapkayı. Bu onun için tüm hediyelere bedel mükemmel bir hediyeydi.

Tam o sırada odasının kapısı bir anda açıldı. Annesinin gözleri kıpkırmızıydı. Titriyordu ve solgun görünüyordu. Bir günde sanki 4 kilo vermiş gibiydi.

“Vanessa!”

Koşarak Vanessa’yı kucakladı. Sımsıkı sardı onu.

“Nerelerdeydin böyle? Seni o kadar merak ettik ki! Ah Tanrım, sana şükürler olsun!”

Vanessa da annesine sarıldı. Bir bahane bulup ailesine yutturdu. Birbirlerine sımsıkı sarıldılar. O sırada Cliff’in camdan onları gülümseyerek izlediğinden habersizlerdi.

Bundan sonra ne ailesi Vanessa’ya daha öncesinde davrandıkları gibi davrandılar ne de Vanessa bir daha ne istediğini bilmeden dilek diledi. Böylece mutlu mesut yaşadılar. Tabii bu mutlu yaşama Cliff ve Diana da arada uğrayarak daha da mutluluk ekliyorlardı.

SON

Okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin lütfen, sevgiyle ve saygıyla kalın…

 

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Genç Werther’in Acıları | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Johann Wolfgang Von Goethe’nin yazdığı “Genç Werther’in Acıları”nı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman sizleri bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Ressam olan Werther, günün birinde doğayla iç içe olacağı bir yere taşınır. Buraya yavaş yavaş ısınır, yeni insanlarla tanışır. Günün birinde düzenlenen bir baloya katılacaktır ve baloya gittiği hanımlar bir kişinin daha kendileriyle birlikte geleceğini söylerler. Bunun üzerine Werther ve hanımlar diğer bir kişiyi almaya giderler. Ama Werther göreceği kişiyi bir daha asla unutamayacağını bilmiyordur.

Almaya geldikleri kişi Charlotte kısacası Lotte isimli bir kızdır. O kadar güzel, o kadar zarif ve o kadar kibardır ki bu kadını görenlerin onun büyüsüne kapılmaması olanaksızdır. Werther, Lotte’yi gördüğü gibi ona hayran kalır ve içi ona karşı ısınır. Baloya giderler ve Werther Lotte ile daha fazla konuşma fırsatı yakalar. Lotte’nin nişanlı olduğunu öğrenir ve bunun üzerine umutsuzluğa kapılsa da hiç bozuntuya vermez. Bu gizli hayranlık yavaş yavaş bir aşka dönüşür. Peki, aşk insanı mutlu eden, umutlandıran ve güne uyanması için bir sebep yaratan o hoş duygu değil miydi? O zaman Werther neden acı çekiyordu? Neden güne uyanmak yerine her uyandığında bir daha gözlerini açmamayı diliyordu?

Werther’in yaşadıklarını Wilhelm isimli birine yazdığı mektuplarından okuduğumuz bu acıklı öyküde daha sonra neler olacaktı?

Benim düşüncelerim neler?

Werther, kendimle çok özleştirdiğim bir karakter oldu. Düşünce tarzı, hareketleri, olayları ele alış biçimi beni nedensizce çok etkiledi. Öyle ki kitabı elimden bırakamadım, her boş zamanımda okumak istedim.

Werther ile kendimi fazlasıyla özdeştirmemin bir diğer nedeniyse kendi doğrularının peşinden giden ve bir şeyleri betimleyerek, süsleyerek anlatan cümleleri oldu. Ne zaman kendi doğrularından bahsetse ve bir şeyleri bahsettiğim şekilde betimleyerek ya da süsleyerek anlatsa insanların ona “Abartıyorsun Werther!” ya da “Çok dramatiksin!” gibi yakıştırmalar yapması benim de az başıma gelmedi. Bundan dolayı Genç Werther’i çok iyi anlıyor, birçok görüşüne de katılıyorum.

Aşkın verdiği mutluluk ve büyüye kapılan Werther’in bu aşkın imkânsızlığını kavramasıyla çektiği acıları ve intihara sürüklenişini okuyoruz. Öyle ki döneminde oldukça ses getiren “Genç Werther’in Acıları” birçok gencin intiharına sebep olmuş, Werther’in giyindiği şekilde giyinmişlerdir. Goethe’nin kendi yaşadıklarından etkilenerek kaleme aldığı “Genç Werther’in Acıları” en sevdiğim kitaplar listesinde ilk beşe kesinlikle girer.

Duygu, sanat, aşk, umutsuzluk ve ölüm kokan bu cümleleri okumak benim için büyük bir onur, bahşedilmiş bir nimetti. İyi ki “Genç Werther’in Acıları”nı okumuşum. Herkesin okumasını şiddetle tavsiye ediyorum. Aynı zamanda çevirmeni de tebrik etmek istiyorum. Böyle sanat kokan bir eseri çevirmek bana kalırsa her yiğidin harcı değildir. Çok başarılı ve yalın bir dille çevrilmişti. Kitapta emeği geçen herkesin ellerine sağlık!

Siz “Genç Werther’in Acıları”nı okunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, aşkla ve umutla kalın…

Bu kitaba puanım: 10/10

Not: Çok fazla alıntı olduğundan alıntılar bölümü boş bırakılmıştır.