Light Pink Pointer

17 Nisan 2021 Cumartesi

Kuyucaklı Yusuf | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere kalbimi sızlatan ve bir kere daha iyi ki bu yazarı okumuşum dedirten bir kitap ile karşınızdayım. Bu kitap Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” adlı eseri. Düşüncelerimi sizlere incelememin sonunda bulundurduğum “Benim düşüncelerim neler?” kısmında ayrıntılı bir şekilde anlatacağım ama şimdi sizi daha fazla bekletmemek adına “Ne anlatıyor?” kısmıyla başlamak istiyorum!

Ne anlatıyor?

Yusuf, 1903 senesinin yağmurlu bir sonbaharında ailesini kaybeden, yetim kalmış bir çocuktur. Olay yerini incelemeye gelen ekiple beraber gelen Kaymakam Selahattin Bey, Yusuf’un durumuna fazlasıyla üzülür ve kendisini evlatlık olarak yanına alır. Bulunduğu Kuyucaklı köyünden Edremit’e
getirilen Yusuf ise başına geleceklerden habersiz bir şekilde sonunu göremediği çok ayrı bir dünyaya adım atmaya başlar.

Benim düşüncelerim neler?

Özellikle “Bu benim en sevdiğim yazar!” dediğim bir yazar hiç olmamıştı. Ama bugünden sonra artık “Benim en sevdiğim yazar Sabahattin Ali!” diye gezeceğimden eminim.

Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını okuduktan sonra “Kuyucaklı Yusuf” ilk başta bana pek durağan gelmişti. “Sanırım Kuyucaklı Yusuf’u Kürk Mantolu Madonna kadar sevemeyeceğim.” diye düşünürken ne çok yanıldığımı kitabı bitirdikten sonra çok daha iyi bir şekilde anlamaktayım.

Köyden kente getirilen bir çocuğun ne kadar zorlandığını, kendini hiçbir yere ait hissedemeyişini ve evlatlık olduğunun oldukça farkında bir şekilde yaşayışını okurken ister istemez Yusuf ile empati kurmaya başlıyoruz.

Bu zorlukları okurken aynı zamanda parası olanın fakiri nasıl ezebileceğini, parayla insanların nasıl sesinin kesilebileceğini oldukça çarpıcı ve iç acıtıcı bir şekilde fark ediyoruz.

Dönemin siyasal ve sosyal toplum yapısını Sabahattin Ali öyle bir ele almış ki gerçekten yazarın dönemine göre ne kadar aydın ve farkındalık sahibi bir birey olduğunu cümlelerinden anlıyoruz.

Yusuf’un Muazzez’e olan aşkı o kadar saf o kadar zarif ki… Kitabın sonlarına doğru içim burkuldu, gözyaşlarım gözlerimden firar etti.

Betimlemeler ise o kadar net ve ayrıntılıydı ki yazarın betimlediği her sahne gözlerimin önünde tıpatıp canlandı.

İnsanların ne kadar pisleşebileceğini ama aynı zamanda dıştan çok soğuk olan birinin bir başka bireye en içten duygularla bağlanabileceğini okuduğumuz bu roman fevkaladeydi. Kitabı bitirdiğimde “Keşke Sabahattin Ali’nin daha çok romanı olsa!” ve “Keşke şimdi de yaşıyor olsaydı!” demeden edemedim. O kadar kaliteli bir kalem  ki kendisi ne diyeceğimi gerçekten bilmiyorum…

Birkaç gün etkisinden çıkamayacağımı bildiğim bu kitabın bana kalırsa beni zorlayan tek yönü anlamını bilmediğim bir sürü kelime barındırmasıydı o da döneminden kaynaklanan bir problem olduğu için çok da mühim bir şey değil.

Yusuf’un düşüncelerini belki kendi düşüncelerime benzettiğim için midir bilinmez ama kendimle çok özdeşleştirdiğim bir karakter oldu. Sanırım favori kitap karakterlerim arasında kendine en güzel köşeyi kaptı.

İçinde kendinizde birçok parça bulacağınız bu romanı herkese şiddetle tavsiye ediyorum.

Umarım bu incelememden hoşnut kalmışsınızdır. İncelememi okuduğunuz için sizlere çok teşekkür ediyor, saygıyla ve sevgiyle kalmanızı diliyorum.

Bu kitaba puanım: 10/10

Alıntılar

“Yalnız, benim artık daha fazla uğraşmaya takatim kalmadı. İşi daha fazla sürüklemek, bir sürü kurnaz ve insafsız kurtlarla uğraşmak, onlara her gün ayrı bir bahane bulmak, onların şimdi pek de saklı olmayan tehditlerini anlamamazlıktan gelmek ve hepsine güler yüzle, kibar kibar cevaplar vermek artık elimden gelmiyor. Ben de insanım Yusuf,  ben de etten ve sinirden yapılmış bir mahlukum. Bana da biraz acıyın canım!..”

“ ‘Az şeyler çekmemişsin sen, küçük!’ dedi, ‘fakat her şey geçer. Her şey unutulur. Kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası yoktur. İnsan birazcık da kalender olmalıdır!’

Bu sözleri Kübra’nın anlayamayacağını düşünerek devam etmedi. Fakat Kübra verdiği cevapla, kelimeleri değilse bile söylenilen sözün ruhunu kavradığını gösterdi, dedi ki;

‘Hiç geçmeyen, hiç unutulmayan şeyler de var, beyefendi! Ölünceye kadar insanın sırtından atamayacağı şeyler de var…’ “

“Bir türlü anlayamadığı, bir türlü içlerine karışamadığı ve bunu zaten asla istemediği bu insanlarla arasında çelik bir duvar gibi yükselttiği bu tebessüm, onun müracaat ettiği son çareydi. Kendini bu şehrin korkunç akıntısından, ancak etrafında ördüğü bu soğuk duvarla kurtaracağını sanıyordu.”

“Yalnız, gökyüzündeki yıldızlardan çayın dibindeki çakıllara, doğu tarafından kopupu gelen bulutlardan batı tarafındaki denize kadar uzanan ve yayılan bu kocaman gecenin içinde, yapayalnızdı. Düşüncelerini hangi istikamete koşturursa koştursun, karşısına kimse çıkmıyordu. Şu anda bu koskoca dünya üzerinde kendisini düşünen bir tek kişi bile mevcut olmadığına o kadar emniyeti vardı ki, acı bir kabadayılıkla kendisi de hiç kimseyi düşünülmeye layık bulmuyor; fakat bundan, sebebini anlayamadığı bir üzüntü duyuyordu. Acaba onu sahiden hiç düşünen yok muydu ve o hiç kimseyi düşünmemekte, kendini yalnız bulmakta o kadar haklı mıydı?”

“Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinde koşmak, erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde memnun olmaya çalışmıştı. Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkânsızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu, hapsedebildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?.. Niçin? Kimin için?..”

“Hayal ve düşüncelerle dolu ve yalnızlık içinde geçen bir hayat, bu on beş yaşındaki kızı, kendi yaşındakilerden ayrı yapmıştı. O, şimdi bir kadın gibi düşünüyor, dertlerine tek başına çareler arıyordu.”

“Parası olanın ırzı da tamam, namusu da!”

“Bir zamanlar birbirlerinden ayrılmak, birbirlerini kaybetmek ihtimalinin korkusunu çekmiş olmasalar, belki de birbirleri için ne kadar kıymetli olduklarını hala bilemeyeceklerdi.”

“Konuşmaya ne lüzum vardı? Bütün güzel laflardan ve hoş insanlardan sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti, yorgunluk verecek kadar doyuruyordu.”

“Dünyada her şeyi yapabileceğine inanıyor, gelecek günlerden korkmuyordu. Onu üzen bugündü. Devam etmemesi icap ettiği halde sürüp giden bu hayat, onun nefsine olan itimadını da kemiriyor ve içinde şüpheler uyandırıyordu. Bazen kendi kendine:
‘Niçin ben hiçbir şey değilim?’ diye sorar ve buna kandırıcı bir cevap bulup veremezdi. Kendisinin dünyaya bir iş için geldiğini müphem bir şekilde hissediyor, fakat bu işin ne olduğunu bilmiyor ve etrafında kendisine ‘Bu benim işim!’ dedirtecek bir şey göremiyordu. Yusuf bunları tahlil edecek seviyede olmamakla beraber, ‘yerini bulamama’nın azabını bütün teferruatıyla duymakta idi. Bu his herhangi bir işsizliğin verdiği can sıkıntısı veya endişeye benzemiyor, insanı gözle görülür bir şekilde eziyor ve yavaş yavaş, hayatta lüzumsuz olduğu kanaatini uyandırıyordu. Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak… Tükenmek bilmez bir sabırla bir meçhulü beklemek… Nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek… Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden değildi.”

“Sonra en mühimi: Kendi halinden şikayet etmeye alıştırma! Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş olursun. İçkiye de şimdilik heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare bulamıyor ama, sen nefsine hakim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı yoktur. İnsana dünyayı unuttur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten…”

“Hayat, birbirinden ayırdıklarını, bir müddet için tekrar yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu.  Geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli değildi.”

“Bir müddet daha düşününce dünyada da hiçbir yere bağlı olmadığını hisseti ve içten içe bu kadar yabancı olduğu bu hayatta kendisini birçok kayıtların kuşatmasına, ondan, istediği gibi hareket imkânlarını almasına müthiş içerledi.”

“Bütün hayatında kendine göre bir iş bile yaptığını hatırlamıyor, bu ömrü başka birinin yaşadığını sanıyordu. Çocukluğu, delikanlılığı, etrafıyla olan münasebetleri hep yabancı bir dünya ile yapılan temaslara benziyordu. Şimdi o, kendisine bu kadar uzak bulduğu bu dünyada, ne kadar müthiş azaplar çekiyordu! Bunlara ne lüzum vardı? Neden böyle korkunç çemberler onu sımsıkı bağlıyor, neden ona yavaş yavaş, sindire sindire en öldürücü işkenceler yapılıyordu? Ne için, kim için?”

“Bir aralık aklına Muazzez’i kaçırdığı gün, öğleyin eve gelirken çocukların kovaladıkları arı geldi. Bu anda kendini ona o kadar benzetti ki, gözleri yaşardı. Tıpkı o arı gibi hem kuvvetli, hem zayıftı. Tıpkı onun gibi etrafını insafsız kimseler sarmıştı. Zehrini akıtmasına imkan vermeden onu kıskıvrak yakalıyorlar ve müdafaa vasıtalarını elinden alıyorlardı. Önüne bir lokma ekmek tutuluyor ve bunun geri alınması tehdidiyle en olmayacak şeyler yapılıyordu. İstihfaf ettiği, kendisinden zayıf bulduğu mahlukların mahkumu olmak çok harap edici bir şeydi.”

     


3 Nisan 2021 Cumartesi

Asel | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere birçoğumuzun Youtube kanalından tanıdığı ve izlediği Sena Nur Işık’ın “Asel” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Sizi bekletmemek adına hemen incelememe geçiyorum!

Ne anlatıyor?

Kendisine yapılan ihanet ve zorbalıkların üstesinden gelmekte güçlük çeken Asel Carter, artık geçmişiyle yüzleşmenin zamanı geldiğine karar verip okuluna geri döner. 

Okuldaki bakışların ve konuşmaların rahatsızlığını bir yandan hissederken bir yandan da geçmişinin büyük bir parçası olan bu insanları görmek
kendisini hiç olmadığı kadar kötü hissettirirken kendisine inanan, güvenen ve seven birinin olmamasının getirdiği kederden de kurtulamıyordur.

Ama bir kişi Asel’in masum olduğuna inanır. Üstünü örten suç perdesinin arkasındaki kırılgan ve narin kızı görmeyi başarır. Aralarında oluşan bağın güzelliğiyle anın tadını çıkarırlarken geçmişin pençelerini her an saldırmayı bekleyen bir “canavar” gibi üstlerinde tuttuğundan habersizlerdir…

Benim düşüncelerim neler?

Aslında artık gençlik romanlarını okumayı bırakmıştım ama arada Youtube’da denk geldiğim ve izlediğim Sena Nur Işık’ın kitap çıkardığını görünce merak ettim ve internetten kitabını istettim. Okumaya başladım ama doğrusunu söylemek gerekirse okurken birçok yerini eleştirmiş bulundum.

Yakışıklı ve kusursuz erkek, güzel ve acı çeken bir kız. Bana fazlasıyla klasik geldi. Özellikle tanışmalarının üzerinden çok kısa bir süre geçmesine rağmen bir anda birbirlerine karşı hisler beslemeleriyse beni epey afallattı.

Geçen diyaloglar ve karakterlerin üniversite değil de lise çağındaymış gibi olan davranışları ise beni birazcık sıktı. Sürekli evde verilen partiler ise “Cidden mi?” dedirtiyor.

Hiç hoşuma giden bölümleri olmamış gibi konuşmak doğru olmaz tabii ki.

Mesela kitabın geçmiş ve şimdiki zaman arasında yazılması çok hoşuma gitti. Merak ögesinin ise canlı tutulması takdire şayan doğrusu. Bu yönden başarılı buldum.

Kitabın sonunu “Bir de bu kişi çıkıyormuş!” diye aklımdan geçirmiştim ama olasılık vermemiştim. Sonunun böyle bitmesi ise beni oldukça şaşırttı ve bu şaşkınlık hoşuma gitti. Olasılık vermediğim bir sonla karşılaşmak güzel oldu.

Deniz karakterinin fazla kusursuz olması beni biraz rahatsız etti çünkü kitabın gerçekçiliğini zedelediğini düşünüyorum. Onun dışında karakterlerin psikolojik açıdan okura güzel bir şekilde yansıtıldığı kanaatindeyim.

Pek beklediğim gibi çıkmasa da sonu kitaba olan olumsuz düşüncelerimin birazını yıktı. Kitabı çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim ama yazarın ilk romanı ve bir gençlik öyküsü olduğunu göz önünde bulundurursak gençlik öykülerini okumayı sevenlerin beğenisini kazanabileceğini düşünüyorum.

Son olarak da kitabın kapağı ve şömizinden bahsedelim. Şömizin içine yapılan yazıların hoş olduğunu ve kapağa renk kattığını düşünüyorum. Karton kapaktaki kaktüs görseli de şık ve sade bir hava katmış.

Dediğim gibi gençlik öyküsü ve yazarın ilk kitabı olduğunu düşünerek bir puanlama yapmam gerekirse:

Bu kitaba puanım: 4,5/10

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Siz “Asel” kitabını okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

Bir kitap incelemesinin daha sonuna geldik. Kendinize çok dikkat edin,  koskocaman sevgiler!


Alıntılar

“Kahkahalarım, acılarımın üzerine perde olduğu günden beri tüm duygularımın silahıydı.”

“Bazen o kadar kör oluyorduk ki bizim için uygun olmadığını fark etmemize rağmen insanları hayatımıza zorla yerleştirmeye çalışıyor, bir ucundan kırılıyorduk.”

“Şüpheyle yaşamamak isterken sürekli hayal kırıklığıyla karşılaşıyordum. Güvensizliğim, özgürlüğümü ele geçirmişti.”

“Vicdan varlığıyla tedirgin ederken yokluğuyla ağır gelirdi.”

“Gürültünün içindeki gerçek, yanılgılarla doluydu.”

“Yalnızca hareketlerim değil, sözlerim de beni bir canavar yapar mıydı emin değilim.”

“Tüm bu acıların bir sınav olup beni daha güçlü yapması gerekirken kendimi hiç güçlü hissetmiyordum.”