Hepinize selamlar. Bugün sizlere kalbimi sızlatan ve bir kere daha iyi ki bu yazarı okumuşum dedirten bir kitap ile karşınızdayım. Bu kitap Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” adlı eseri. Düşüncelerimi sizlere incelememin sonunda bulundurduğum “Benim düşüncelerim neler?” kısmında ayrıntılı bir şekilde anlatacağım ama şimdi sizi daha fazla bekletmemek adına “Ne anlatıyor?” kısmıyla başlamak istiyorum!
Ne anlatıyor?Yusuf, 1903
senesinin yağmurlu bir sonbaharında ailesini kaybeden, yetim kalmış bir
çocuktur. Olay yerini incelemeye gelen ekiple beraber gelen Kaymakam Selahattin
Bey, Yusuf’un durumuna fazlasıyla üzülür ve kendisini evlatlık olarak yanına
alır. Bulunduğu Kuyucaklı köyünden Edremit’e
getirilen Yusuf ise başına
geleceklerden habersiz bir şekilde sonunu göremediği çok ayrı bir dünyaya adım
atmaya başlar.
Benim
düşüncelerim neler?
Özellikle “Bu
benim en sevdiğim yazar!” dediğim bir yazar hiç olmamıştı. Ama bugünden sonra
artık “Benim en sevdiğim yazar Sabahattin Ali!” diye gezeceğimden eminim.
Sabahattin
Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sını okuduktan sonra “Kuyucaklı Yusuf” ilk başta
bana pek durağan gelmişti. “Sanırım Kuyucaklı Yusuf’u Kürk Mantolu Madonna
kadar sevemeyeceğim.” diye düşünürken ne çok yanıldığımı kitabı bitirdikten
sonra çok daha iyi bir şekilde anlamaktayım.
Köyden kente
getirilen bir çocuğun ne kadar zorlandığını, kendini hiçbir yere ait
hissedemeyişini ve evlatlık olduğunun oldukça farkında bir şekilde yaşayışını
okurken ister istemez Yusuf ile empati kurmaya başlıyoruz.
Bu
zorlukları okurken aynı zamanda parası olanın fakiri nasıl ezebileceğini,
parayla insanların nasıl sesinin kesilebileceğini oldukça çarpıcı ve iç acıtıcı
bir şekilde fark ediyoruz.
Dönemin
siyasal ve sosyal toplum yapısını Sabahattin Ali öyle bir ele almış ki gerçekten
yazarın dönemine göre ne kadar aydın ve farkındalık sahibi bir birey olduğunu
cümlelerinden anlıyoruz.
Yusuf’un
Muazzez’e olan aşkı o kadar saf o kadar zarif ki… Kitabın sonlarına doğru içim
burkuldu, gözyaşlarım gözlerimden firar etti.
Betimlemeler
ise o kadar net ve ayrıntılıydı ki yazarın betimlediği her sahne gözlerimin
önünde tıpatıp canlandı.
İnsanların
ne kadar pisleşebileceğini ama aynı zamanda dıştan çok soğuk olan birinin bir
başka bireye en içten duygularla bağlanabileceğini okuduğumuz bu roman
fevkaladeydi. Kitabı bitirdiğimde “Keşke Sabahattin Ali’nin daha çok romanı
olsa!” ve “Keşke şimdi de yaşıyor olsaydı!” demeden edemedim. O kadar kaliteli
bir kalem ki kendisi ne diyeceğimi
gerçekten bilmiyorum…
Birkaç gün
etkisinden çıkamayacağımı bildiğim bu kitabın bana kalırsa beni zorlayan tek
yönü anlamını bilmediğim bir sürü kelime barındırmasıydı o da döneminden
kaynaklanan bir problem olduğu için çok da mühim bir şey değil.
Yusuf’un
düşüncelerini belki kendi düşüncelerime benzettiğim için midir bilinmez ama
kendimle çok özdeşleştirdiğim bir karakter oldu. Sanırım favori kitap
karakterlerim arasında kendine en güzel köşeyi kaptı.
İçinde kendinizde birçok parça bulacağınız bu romanı herkese
şiddetle tavsiye ediyorum.
Umarım bu incelememden hoşnut kalmışsınızdır. İncelememi okuduğunuz
için sizlere çok teşekkür ediyor, saygıyla ve sevgiyle kalmanızı diliyorum.
Bu kitaba puanım: 10/10
Alıntılar
“Yalnız, benim artık daha fazla uğraşmaya takatim kalmadı.
İşi daha fazla sürüklemek, bir sürü kurnaz ve insafsız kurtlarla uğraşmak,
onlara her gün ayrı bir bahane bulmak, onların şimdi pek de saklı olmayan
tehditlerini anlamamazlıktan gelmek ve hepsine güler yüzle, kibar kibar
cevaplar vermek artık elimden gelmiyor. Ben de insanım Yusuf, ben de etten ve sinirden yapılmış bir
mahlukum. Bana da biraz acıyın canım!..”
“ ‘Az şeyler çekmemişsin sen, küçük!’ dedi, ‘fakat her şey
geçer. Her şey unutulur. Kendini bir felaketin içinde kaybetmenin manası
yoktur. İnsan birazcık da kalender olmalıdır!’
Bu sözleri Kübra’nın anlayamayacağını düşünerek devam etmedi.
Fakat Kübra verdiği cevapla, kelimeleri değilse bile söylenilen sözün ruhunu
kavradığını gösterdi, dedi ki;
‘Hiç geçmeyen, hiç unutulmayan şeyler de var, beyefendi! Ölünceye
kadar insanın sırtından atamayacağı şeyler de var…’ “
“Bir türlü anlayamadığı, bir türlü içlerine karışamadığı ve
bunu zaten asla istemediği bu insanlarla arasında çelik bir duvar gibi
yükselttiği bu tebessüm, onun müracaat ettiği son çareydi. Kendini bu şehrin
korkunç akıntısından, ancak etrafında ördüğü bu soğuk duvarla kurtaracağını
sanıyordu.”
“Yalnız, gökyüzündeki yıldızlardan çayın dibindeki çakıllara,
doğu tarafından kopupu gelen bulutlardan batı tarafındaki denize kadar uzanan
ve yayılan bu kocaman gecenin içinde, yapayalnızdı. Düşüncelerini hangi
istikamete koşturursa koştursun, karşısına kimse çıkmıyordu. Şu anda bu koskoca
dünya üzerinde kendisini düşünen bir tek kişi bile mevcut olmadığına o kadar
emniyeti vardı ki, acı bir kabadayılıkla kendisi de hiç kimseyi düşünülmeye
layık bulmuyor; fakat bundan, sebebini anlayamadığı bir üzüntü duyuyordu. Acaba
onu sahiden hiç düşünen yok muydu ve o hiç kimseyi düşünmemekte, kendini yalnız
bulmakta o kadar haklı mıydı?”
“Hayatta hiçbir şey ona kıymetli görünmemiş, peşinde koşmak,
erişmek, sahip olmak arzusunu vermemişti. Etrafına daima bir yabancı gözüyle
bakmış, hiçbir yere bağlanmak arzusu duymamış, bu yalnızlığının gururu içinde
memnun olmaya çalışmıştı. Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle
istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkânsızlıkla beraber gelmişti? Niçin
hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli
yerlerde saklı duran bu arzuyu, hapsedebildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar
çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?.. Niçin? Kimin için?..”
“Hayal ve düşüncelerle dolu ve yalnızlık içinde geçen bir
hayat, bu on beş yaşındaki kızı, kendi yaşındakilerden ayrı yapmıştı. O, şimdi
bir kadın gibi düşünüyor, dertlerine tek başına çareler arıyordu.”
“Parası olanın ırzı da tamam, namusu da!”
“Bir zamanlar birbirlerinden ayrılmak, birbirlerini kaybetmek
ihtimalinin korkusunu çekmiş olmasalar, belki de birbirleri için ne kadar
kıymetli olduklarını hala bilemeyeceklerdi.”
“Konuşmaya ne lüzum vardı? Bütün güzel laflardan ve hoş insanlardan
sıkılan bu mahlukları, birbirlerinin sessiz mevcudiyeti, yorgunluk verecek
kadar doyuruyordu.”
“Dünyada her şeyi yapabileceğine inanıyor, gelecek günlerden
korkmuyordu. Onu üzen bugündü. Devam etmemesi icap ettiği halde sürüp giden bu
hayat, onun nefsine olan itimadını da kemiriyor ve içinde şüpheler
uyandırıyordu. Bazen kendi kendine:
‘Niçin ben hiçbir şey değilim?’ diye sorar ve buna kandırıcı bir cevap bulup
veremezdi. Kendisinin dünyaya bir iş için geldiğini müphem bir şekilde
hissediyor, fakat bu işin ne olduğunu bilmiyor ve etrafında kendisine ‘Bu benim
işim!’ dedirtecek bir şey göremiyordu. Yusuf bunları tahlil edecek seviyede
olmamakla beraber, ‘yerini bulamama’nın azabını bütün teferruatıyla duymakta
idi. Bu his herhangi bir işsizliğin verdiği can sıkıntısı veya endişeye
benzemiyor, insanı gözle görülür bir şekilde eziyor ve yavaş yavaş, hayatta
lüzumsuz olduğu kanaatini uyandırıyordu. Kendinde her şeyi yapabilecek kuvveti
görmek, sonra yapılacak hiçbir şey bulamamak… Tükenmek bilmez bir sabırla bir
meçhulü beklemek… Nihayet bütün bunları sisli bir havadaki ağaçlar gibi belli
belirsiz, karışık bir şekilde hissetmek… Bu, uzun zaman dayanılır şeylerden
değildi.”
“Sonra en mühimi: Kendi halinden şikayet etmeye alıştırma!
Ömrünün sonuna kadar dövünsen bu hayatın cefası tükenmez; kendine etmiş
olursun. İçkiye de şimdilik heves etme. Bazen insan avunmak için başka çare
bulamıyor ama, sen nefsine hakim ol. Biraz daha yaşlandıktan sonra nasıl olsa
başlarsın. Hatta o zaman lazımdır da. Akşamdan akşama iki kadehin zararı
yoktur. İnsana dünyayı unuttur. Eh, bu dünya da unutulacak dünya zaten…”
“Hayat, birbirinden ayırdıklarını, bir müddet için tekrar
yaklaştırır gibi olsa bile, uzun zaman yan yana bırakmıyordu. Geçen günleri bir daha geri getirmek mümkün
değildi ve sadece hatıralar, iki insanı birbirine bağlayacak kadar kuvvetli
değildi.”
“Bir müddet daha düşününce dünyada da hiçbir yere bağlı
olmadığını hisseti ve içten içe bu kadar yabancı olduğu bu hayatta kendisini
birçok kayıtların kuşatmasına, ondan, istediği gibi hareket imkânlarını
almasına müthiş içerledi.”
“Bütün hayatında kendine göre bir iş bile yaptığını
hatırlamıyor, bu ömrü başka birinin yaşadığını sanıyordu. Çocukluğu,
delikanlılığı, etrafıyla olan münasebetleri hep yabancı bir dünya ile yapılan
temaslara benziyordu. Şimdi o, kendisine bu kadar uzak bulduğu bu dünyada, ne
kadar müthiş azaplar çekiyordu! Bunlara ne lüzum vardı? Neden böyle korkunç
çemberler onu sımsıkı bağlıyor, neden ona yavaş yavaş, sindire sindire en
öldürücü işkenceler yapılıyordu? Ne için, kim için?”
“Bir aralık aklına Muazzez’i kaçırdığı gün, öğleyin eve
gelirken çocukların kovaladıkları arı geldi. Bu anda kendini ona o kadar benzetti
ki, gözleri yaşardı. Tıpkı o arı gibi hem kuvvetli, hem zayıftı. Tıpkı onun
gibi etrafını insafsız kimseler sarmıştı. Zehrini akıtmasına imkan vermeden onu
kıskıvrak yakalıyorlar ve müdafaa vasıtalarını elinden alıyorlardı. Önüne bir
lokma ekmek tutuluyor ve bunun geri alınması tehdidiyle en olmayacak şeyler
yapılıyordu. İstihfaf ettiği, kendisinden zayıf bulduğu mahlukların mahkumu
olmak çok harap edici bir şeydi.”
Ben de çok severek okumuştum. Emeğine sağlık 😊🤚
YanıtlaSilÇok teşekkür ediyorum! 🥰😊
SilÖneri için teşekkürler, anlatımınız kitaba olan ilgiyi gerçekten çok artırıyor, çok başarılı, kaleminize sağlık:-)
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim, yorumunuz çok mutlu etti! Başarılı olduysam ne mutlu bana! :))
SilAdını hep duyduğum; ama hakkında hiçbir fikrimin olmadığı bir kitaptı. Alıntılar da çok hoşmuş. Teşekkürler kitap yorumu için :)
YanıtlaSilBen teşekkür ederim bu güzel yorumunuz için. Çokça sevgiler. :)
Silkışın okuduydum ben de sevdim tabii, hıhıms üzücü, bir de haklısın ülkemizde en sevilen yazarlardan zaten :)
YanıtlaSilÇok güzeldi gerçekten. Senin de beğenmene çok mutlu oldum. :)
Silheey, dün akşamki yazıma baksan yaa, okuyup sevebileceğin bir kitap :)
YanıtlaSilBakıyorum hemen. :))
SilUmarım tekrardan okuyunca beğenirsin sevgili İlkay. Gerçekten çok güzel bir kitaptı. :)
YanıtlaSilson yazıma bi baksan yaaa. ne var bak :)
YanıtlaSilKoşuyorum... :))
Sil