Light Pink Pointer

30 Aralık 2021 Perşembe

Martı Jonathan Livingston | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Richard Bach’ın yazdığı “Martı Jonathan Livingston” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Martı Jonathan, uçmayı çok seven bir martıdır. Diğer martıların hayat amacı sadece yemek yemek ve yaşayıp gitmek iken Martı Jonathan, uçmanın niteliklerini ve sınırlarını zorlamak istmektedir. Kısacası yaşamak, özgür olmak istemektedir. Bir martı kanatları varken neden özgür olamasındı ki?

Benim düşüncelerim neler?

Kalıpları yıkmanın ne kadar zor olduğunu ama istenirse her şeyin başarılabileceğini anlatan bir öykü Martı Jonathan’ınki. Çevresindeki martılar ona hayallerinden vazgeçmesini ve yemek yemek için avlanmasını söyleseler de Jonathan onları dinlemiyor ve uçmaya devam ediyor, her geçen gün kendini geliştiriyordur.

Bu hareketlerinin sonucu olarak Martı Jonathan sürüden atılıyor, tıpkı insanların kendilerinden farklı olan bireyleri dışlaması, soyutlaması gibi martılar da Jonathan’ı dışlıyor ve bulundukları bölgeden gönderiyorlar.

Ama Jonathan’ın yolunda giden martılar da olmuyor değil. Jonathan peşinden gelen martılara kendi ilkelerini öğretmeye çalışıyor, onlara kendi doğrularından bahsediyor ve onları eğitiyor.

Sonunda herkes Jonathan ve öğrencilerinin ne halde olduğunu görüyor, onlara özeniyorlardır.

Jonathan yaşamının sonuna geldiğinde ise mucizevi bir martı olarak anılıyor, adeta ilahlaştırılıyordur.

Bunun üzerine martılar uçma çalışmalarını bırakıyorlar ve bir nevi kendi dinlerini oluşturuyorlar. Martı Jonathan’ın bu kadar yetenekli olmasını mucizevi olmasına bağlıyorlardır. Oysa Jonathan’ın baştan beri anlatmak istediği çok çalışarak hayatlarına anlam katabilecekleriydi. Çalışmak onun hayatıydı. Çok çalışarak buralara gelmişti. Ama diğer martılar bunu anlamamışlardı.

Bol resimli bir kitap. Oldukça kısa. Okumazsanız bir şey kaybetmezsiniz ama sırf zaman geçsin diye okunabilir. Anlatmak istenen mesaj anlamlıydı. Okunabilir bir kitap.

Siz “Martı Jonathan Livingston”ı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 5/10

Alıntılar

“Yaşamak için ne çok neden var!”

“Cehaletimizi kırabiliriz, becerilerimizi, yeteneklerimizi ve zekâmızı kullanarak kendimizi bulabilir, kendimiz olabiliriz. En önemlisi, özgür olabiliriz!”

“Cennet bir yer, bir mekân değildir, bir zaman dilimi değildir. Cennet öğrenmektir, mükemmelliktir”

“Eğer ne yaptığını iyi biliyorsan her zaman başarırsın.”


29 Aralık 2021 Çarşamba

Olalla | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Robert Louis Stevenson’ın yazdığı “Olalla” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

İspanyol ordusuyla savaşırken yaralanan bir asker, doktor tavsiyesi üzerine temiz hava almak için bir konağa pansiyoner olarak yerleştirilir.

Eskiden çok soylu olan bu konağın sahibi aile, şimdi oldukça yoksul ve zor durumdadır. Burnu havada olan bu aile mecburen pansiyoner olarak bu subayı kabul ederler.

Burada kalan subay evin annesi ve oğlu ile tanışır. Oldukça değişik bir ikilidir. Ama evin kızı ile hiç tanışmaz. Kime evin kızını sorsa cevap alamaz ya da terslenir. Gecenin bir yarısı evden çığlıklar ve bağırışlar yükselince ise iyice meraklanır ve bunun peşine düşmeye karar verir.

Benim düşüncelerim neler?
Yazar bu kısa öyküsünü rüyasında görmesi üzerine yazmış. Gotik edebiyatının özelliklerini barındıran Olalla’yı maalesef ki ben pek beğenemedim.

53 sayfalık kısa bir kitaptı ve akıcıydı ama anlatılmak istenenler havada kalmıştı. Sonu çok belirsiz bitiyor, olayları tam olarak kavrayamıyoruz. Neyin ne olduğunu veya neden olduğunu kitabın arkasını okuyarak birazcık öğrenebiliyor, o şekilde kitaptan anlamlar çıkarıyoruz.

Trajik bir aşk hikâyesi var ortada ama işleniş yarım yamalak ve ne olduğunu anlayamıyoruz.

Kasvetli konak havası vb. gotik unsurlar her ne kadar kitabın içinde olmuş olursa olsun beni pek içine çekemedi.  Pek beğenemedim maalesef. Kısa bir yolculukta sırf şans vermek ve zaman geçirmek adına okunabilir bir eser.

Siz “Olalla”yı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 5/10

Alıntılar

“Elimden giden kalbim değildi, mutluluğum değildi, hayatın ta kendisiydi.”

“İşte, hayatımın nabız atışlarını duyuyorsun. Kalbim yalnız senin için atıyor; kalbim senin. Ama kalbim benim mi ki?”

Bulantı | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Jean-Paul Sartre’nin “Bulantı” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Antoine Requentin isimli ana karakterin kendisine ve dünyaya karşı olan tiksintisini okuyor, çevresinin ve benliğinin kendisinde yarattığı “bulantı”nın etkilerini gözlemliyoruz.

Varoluşun saçmalığı, gerçekliği ve asıl anlamlarını Requentin ile deneyimleyip öğrenirken aslında Requentin’in yalnız dünyasında da küçük bir “serüven”e çıkıyoruz.

Benim düşüncelerim neler?

Requentin’de en çok gözüme çarpan özelliği yalnızlığından kaynaklı kendini çok fazla dinlemesi oldu. Düşüncelerinin yönelişi de bu yalnızlık, çok fazla kendisini dinlemesi olayından dolayı kaynaklanıyor.

Düşüncelerinin esiri demekte herhangi bir sakınca görmüyorum. Bu yalnızlık onu çok fazla düşünmeye itmiş, bu durum da kendisinde her şeye karşı bir tiksinti uyandırmıştır.

Ama yalnızlığına başka bir açıdan bakacak olursak Requentin, çevreyi gözlemlemeye ve insanları anlamlandırmaya başlıyor. Sürekli hareketlerini izliyor ve onlar hakkında çıkarımlarda rahat bir şekilde bulunabiliyor.

Kendini anlamsızlaştırmasıyla çevresindeki her şey de onunla beraber anlamsızlaşıyor tabii. Eski kız arkadaşının da etkisi olduğunu düşündüğüm bu “kendini değersizleştirme” durumu Requentin’in hayatının merkezinde bana kalırsa.

Benliği olmayan, onu benimsemeyen birinin anıları yavaş yavaş kaybolur. Requentin için de bu geçerli. Anılarını unutuyor, geçmişin içinde kayboluyor ama bir o kadar da geçmişini silmeye çalışıyor.

İnsanoğlunun her şeye yüklediği gereksiz anlamı kimi yerde eleştirirken kimi yerde de bazı şeyleri kalıplara sıkıştırarak fazla anlamsızlaştırdığımızı bize düşündürten “Bulantı” okuduğum en değişik kitaplardan bir tanesiydi.

İlk başta ağır ilerleyen kurgunun ortalara doğru açılmasıyla güzelleşen bir kitaptı. Sakin bir kafayla okunursa çok daha iyi olur okuyacaklar için. Ağır ve düşündürten bir eser.

Siz “Bulantı” kitabını okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Bir zamanlar (beni bırakıp gittikten nice sonraları bile) Anny'i düşünmüştüm. Şimdi kimseyi düşünmüyorum. Şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için çabalamıyorum. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde: Dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin.”

“Vaktimi nasıl geçirdiğim, uzun zamandan beri kimsenin umurunda değil. İnsan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor, dostlarla birlikte, inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor.”

“Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün  bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.”

“Kendi kendimden tiksinmemin doruğuna erişmem için on beş dakika yeter, eminim.”

“Zamanın ta kendisi bu, hem de çırılçıplak zaman. Ağır ağır var oluyor, bekletiyor insanı. Ama ortaya çıktığı zaman canını sıkıyor. Çünkü çoktan beri orada bulunduğunu anlıyorsunuz.”

“Anılarım, şeytanın kesesindeki paralara benziyor: Keseyi açınca içinde kurumuş yapraklardan başka şey bulamıyorsunuz.”

“Bunca üzgün, bunca yorgun olmam şaşırtıyor beni.”

“Bir şey, sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez, ona anlam veren ölümüdür yalnız. Bu ölüme, belki benim de sonum olan bu ölüme sürüklenirim. Geriye dönmek elimden gelmez. Her an, ardından geleni getirmek için ortaya çıkar. Her ana, bütün varlığımla sarılırım. Onun yerine başkasının konulamayacağını, onun başkasına benzemediğini bilirim. Ama onu yitip gitmekten alıkoymak için bir şey de yapmam.”

“Şunu düşündüm: En bayağı olayın bir serüven haline girmesi için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten. Kişioğlu hikayecilikten kurtulamaz, kendi hikayeleri ve başkalarının hikayeleri arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikayeler içinden görür. Hayatını, sanki anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır. Ama, ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek.”

“Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim.”

“Geçmişte kalan bir kimseyi düşünmek bile elden gelir mi acaba?”

“Geçmişim, uçsuz bucaksız bir delikten başka şey değil artık.”

“Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir eviniz olmalı. Gövdemden başka bir şeyim yok benim. Yapayalnız bir adam, salt gövdesiyle anıları durdurup saklayamaz. Anılar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü özgür olmaktan başka şey istememiştim.”

“Hayatım, beni gerçekten kaygılandırmaya başlamıştı. Yoksa sadece bir dış görünüş müydüm ben?”

“Kendi geçmişimi elimde tutamamış olan ben, bir başkasının geçmişini kurtaracağımı nasıl umabilirim?”

“Geçmiş, şimdi ve dünya üzerine çeşitli düşüncelere dalmaktan bıkmıştım artık.”

“Kendi geçmişimin benden kaçmış olduğunu çoktan beri anlamıştım”

“Düşünmemin önüne geçebilsem, hiç de fena olmayacak. Düşünceler her şeyden daha tatsız. Yaşayan etten bile tatsız. Uzanıp dururlar, bitmez tükenmezler ve insanın ağzında acayip bir tat bırakırlar.”

“Güçsüz ve yalnızım; ona ihtiyacım var.”

“’Düşünüyorum da,’ diyorum gülerek, ‘hepimiz şurada oturmuşuz, o değerli varoluşumuzu sürdürmek için yiyip içiyoruz. Oysa, var olmaya devam etmemiz için hiçbir, ama hiçbir sebep yok.’”

“Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum. Gerçekten kendi yerimi bulacağım, içine yerleşeceğim bir yere... Ama benim yerim diye bir şey yok; ben fazlalığım.”

“Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış var olandan başka bir şey değildik.”

“Ölümümden sonra yaşıyorum.”

“Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak, önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister. Hatta başlangıçta bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”

“Onu kollarımın arasına alsam mı... neye yarar? Hiçbir yararım dokunamaz ona. O da benim gibi yapayalnız.”

“Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum.”

“Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz.”

“Öyle unutulmuşum ki, kendimi iyice hissetmek elimden gelmiyor.”

 

20 Aralık 2021 Pazartesi

Şeker Portakalı | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Jose Mauro De Vasconcelos isimli yazarın yazdığı “Şeker Portakalı” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Zeze oldukça yaramaz ve yerinde duramayan bir çocuktur. Yaramazlık da denemez aslında yaptıklarına. Kendisi 5 yaşında bir çocuk ne yapıyorsa onları yapıyordur. Ama bir kere adı çıkmıştı ya, herkes kendisini tanır, yaptığı hınzırlıkları bilirdi.

Kalabalık bir ailede yaşayan Zeze, yaptıkları için ailesinden şiddet görüyordur. Kendisine sürekli “Keşke doğmasaydın, hepimiz için daha iyiydi.” Tarzı sözler söyleniyordur. Hem fiziksel hem de psikolojik olarak o kadar yıpranmıştır ki Zeze, kendisi de kabullenmiştir bu yapılanları, söylenenleri.

Günün birinde yeni bir eve taşınmaları üzerine Zeze, konuşacak birini bulmanın mutluluğuyla küçük bahçelerindeki Şeker Portakalı ile arkadaşlık kurmaya başlar. Ona yaşadığı her şeyi anlatır, onunla dertleşir. Minguinho kısa sürede Zeze’nin her şeyi oluverir…

Benim düşüncelerim neler?
Bir çocuğun psikolojik olarak nasıl yıpranabileceğine oldukça can acıtıcı bir şekilde tanık oluyoruz. Capcanlı, hareketli bir çocuğun nasıl ölümü düşleyen bir insana dönüştüğünü okuyoruz…

Çocukların hayallerle süsledikleri o koskocaman dünyalarının nasıl yetişkinler tarafından anlamlandırılamadığı ise kitabın her bir cümlesinden anlaşılıyor.

Ailesi tarafından sevildiğini hissedemeyen bir çocuğun bir tarafı her zaman eksik kalır. Biz de bu kitapta Zeze’nin eksik kalışını, şefkatle tanışmasını ve 5 yaşındaki bir çocuktan hayatın gerçekleriyle erken yüzleşmiş bir kişiye dönüşmesini okuyoruz.

Gözlerim dolu dolu okudum. Zeze’nin yaşadıkları kalbimde bir yerlere dokundu, beni mahvetti. Zeze’nin bu hüzünlü ve sarsıcı hikâyesini herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.

Siz “Şeker Portakalı”nı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

"+Xururuca

-N'oldu?

+Ağlarsam ayıp olur mu?

-Ağlamak asla ayıp değildir, sersem. Niye ki?

+Bilmem, henüz alışamadım. İçimdeki kafes bomboş kaldı sanki...”

 

“Gözlerindeki o ilahi ışık yok mu, imana getiriyor beni...

Bir ışıltı görüyorum yıldızlar arasında.

Yeminler ediyorum, yoktur fezada bile böylesi

Seninkinden cilveli gözler...”

 

“Bilesin ki kalbimiz kocaman olduğu sürece sevdiğimiz her şey içine sığar.”

 

"+Portuga!

-Hı...

+Ben senin yanından bir daha hiç ayrılmak istemiyorum, biliyor musun?

-Niye?

+Çünkü dünyanın en iyi insanı sensin. Senin yanındayken kimse bana zarar vermiyor ve kalbimde mutluluk güneş gibi parlıyor.”

“Eksik olan bir şey vardı. Yeniden eskisi gibi olmamı, belki de insanların iyi olduğuna inanmamı sağlayabilecek önemli bir şeydi bu eksik olan.”

“Doğrusunu söylemek gerekirse, içimdeki acıyı bir türlü dindiremiyordum. Sebepsiz yere zalimce sopa yemiş bir hayvan gibiydim...”

 

“Glória hayallerime ne olduğunu soruyordu.

‘Artık yoklar. Uzaklara gittiler...’"

 

“Seni kalbimde doğurarak öldürdüm.”

 

“Gülüyorduk ve bütün felaketler uzaklarda kalmıştı.”

“-Yapma ama bazen benim de hayal kurmaya hakkım var.

+İyi de hayalinde bana yer vermedin ki."

“Onu aklımdan çıkaramıyordum. Acı çekmek ne demekmiş asıl şimdi anlıyordum. Acı çekmek bayılana dek dayak yemek değildi. Ayaktaki cam kesiğine eczanede dikiş attırmak değildi. Asıl acı, kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan bir şeydi. Kolları, başı hep dermansız bırakan, yastıkta öbür yana dönme isteğini bile söndüren bir şey.”

“Bir şeylere inanmaya hazır olmadıkça her şeye baştan başlamak zordu.”

Martin Eden | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Jack London’ın yazdığı “Martin Eden” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?
Martin Eden geçimini kıt kanaat sağlayan yirmili yaşlarında bir gençtir. Denizcilik ile geçinen Martin Eden, hayatına oldukça sıradan bir şekilde devam ediyordur.

Günün birinde Arthur isimli bir adamı kavganın ortasından kurtaran Martin Eden karşılığında Arthur’un evine yemeye davet edilir.

Arthur’un evine giden Martin, orada çok farklı bir dünya görür. Şık mobilyalar, bir sürü kitap, tonlarca aksesuar…

Ama bunların hiçbiri Arthur’un kardeşi Ruth kadar dikkatini çekmez.

Ruth öyle güzel, öyle zarif ve öyle asildir ki… Martin gördüğü anda Ruth’a delicesine bir tutku beslemeye başlar. Ruth’la olan bir iki sohbetinden ise anında çok farklı dünyalara doğmuş iki insan olduklarını anlar. Ruth’un bahsettiği şeyleri anlamıyor, yüksek tabakanın konuştuğu bu dili çözümleyemiyordu.

Evden ayrıldıktan sonra ise aklında tek bir düşünce vardı.

Ne yapması gerekecekse yapacak ama Ruth’un seviyesine ulaşacak ve onu etkilemeyi başaracaktı. Ruth’un kalbinde bir yer edinmek için çabalayacak ve aradaki tabaka farkını kapatacaktı.

Böylece Martin Eden’ın uzun ve bol çalışmalı yeni hayatı başlamış olur…

Benim düşüncelerim neler?

Kitap o kadar güzeldi ki… Martin’in sevgisi, aşkı için çabalaması, kendini geliştirmesi, azim etmesi… Hepsi çok ama çok güzeldi!

Martin hayatındaki birçok şeyi değiştiriyor, her gün kütüphaneye gidiyor ve yabancısı olduğu birçok şeyi öğrenmeye başlıyor. Hâlihazırda kitaplara olan ilgisi ile bu iş çok daha zevkle geçiyor, hedefine adım adım yaklaştığını düşünüyordu. Edebiyatla ve kitaplarla öyle içli dışlı olmuştur ki kendi çapında yazılar yazmaya bile başlar.

Ruth’un yanına da bu yazılarını göstermeye ve kitaplarda öğrendiği bilgilerin yanına birçok yeni bilgi daha eklemeye gider. Neredeyse her gün buluşur ve çalışırlar.

Martin her ne kadar Ruth’u olduğu gibi sevse de Ruth için durum biraz daha farklıdır.

Ruth ilk defa sevmeyi ve sevilmeyi öğreniyordur. Aynı zamanda onun gözünde Martin yoğurulacak bir hamurdur, bu yüzden Martin’i hayalindeki ideal erkeğe dönüştürmek için çabalar, Martin’in istediği gibi biri olabileceğine gönülden inanır.

Zamanla bu ikili arasındaki çekim daha da güçlenir.

Martin öyle bir azimle çalışıyordur ki kısa zamanda Ruth ve çevresine yetişmeyi başarır. Ekonomik olarak olmasa da bilgi açısından onlardan çok daha iyidir ve çok daha fazla şey biliyordur. Kendini öyle bir geliştirmiştir ki Ruth ve çevresi onu anlamakta zorlanıyordur. Oysa Martin için yeni bir dünyanın kapıları aralanmıştır.

Ruth’a gönlünü öyle bir kaptırmıştır ki diğer kızları onun yanında sıradan buluyor, kendi tabakasındaki insanları yeterli görmüyordur. Bu birazcık da eski kendisini bu insanlarda görmesinden kaynaklı olabilir tabii.

Yazar olarak geçinmeye karar veren Martin Eden, zorlu bir yola baş koyar. Kimse kendisine inanmaz. Ruth bile. Öyle ki herkes kendisine düzgün bir iş bulması için baskı yapar, bu gidişle hiçbir şey yapamayacağını söyler. Oysa Martin içten içe yazdıklarının çok tutacağını hissediyor ve yazar olmak istiyordu.

Bunun üzerine açlık, aşk ve bir sürü yazıyla geçen bir süreç başlar Martin için. Peki, sizce Martin başarabilecek midir? Başarılı bir yazar olabilecek midir? Peki ya Ruth? O da Martin’e gönlünü kaptıracak, Martin’i ne olursa olsun destekleyecek midir?

 İnsanların nasıl şan, şöhret ve para düşkünü olduğunu; tabaka farklılıklarının belirgin çizgisini ve bir taraf nasıl rahat ve refah içinde yaşarken diğer tarafın açlık ve sefaletle geçindiğini oldukça güzel bir şekilde okuyoruz.

Kalınlığını gördüğümde her ne kadar gözüm korksa da o kadar akıcı bir kitaptı ki elimden bırakamadım. Boş zamanlarımın vazgeçilmezi oldu Martin Eden. Elimden düşüremedim doğrusu.

Yazar kendi başına gelen ve etkilendiği birçok şeyi Martin Eden karakteri için de işlemiş. Bu küçük ortak noktalar nedense kendimi kitaba daha yakın hissetmemi sağladı.

Gerçekten çok başarılı bir eserdi. Herkesin okumasını şiddetle tavsiye ederim.

Siz “Martin Eden”ı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 9/10

Alıntılar

“Sevgiye ihtiyaç duyduğunu fark etmemişti bile. Şimdi de bilmiyordu bunu. Sadece sevginin nasıl ifade edildiğini görmüş, yüreği hoplamış ve ne kadar güzel, yüce ve muhteşem bir şey olduğunu düşünmüştü.”

“Ama ona sahip olmak, bildiğin bütün zilyetliklerden tamamen farklıydı, şüpheli ve belirsiz bir tasarruftu.”

"Tanrının çılgın aşığı bir buseye feda eder hayatını."

“Onu öylesine çok, öylesine feci ve öylesine ümitsizce seviyordu.”

“Kendi başının çaresine bakmış bir kızın gözleri yumuşak ve kibar olamaz...”

“İçimde söylemek istediğim çok şey var sanki. Çok büyük şeyler. Bunları ifade etmenin yolunu bulamıyorum. Bazen bana öyle geliyor ki bütün dünya, bütün hayat, her şey içimde duruyor ve sözcüsü olmam için feryat ediyor.”

“Hayat böyle, her zaman güzel olmuyor. Aslında belki benim tuhaflığım şu ki burada bir güzellik buluyorum.”

“Meğer hep uykudaymış; şimdiyse hayat buyurgan ve kaçınılmaz sesiyle gümbürdüyordu kapısında.”

“Derdini anlatamamıştı. Dünyanın en büyük şeylerinden birini görmüş ama onu ifade edememişti.”

“Çünkü kendi türünün ne aşağılık şeytanlar olduğu bilgisine, ne kadar namert kepazeliklere başvurabileceği hikmetine sahip olduğu için son derece tedbirli davranıyordu.”

“İçinde ilahi ne varsa yok olmuştu; yaşama gücü, canlılığı kalmamıştı ki dürtsün onu. Ölmüştü. Ruhu ölü gibiydi.”

“Sadece sevdim seni. O kadar çok sevdim ki bırak senin gibi capcanlı bir kadının kalbini, taşı bile eritmeye yeterdi aşkım.”

“Ait olduğu yeri bulamamıştı çünkü. Kendini bulduğu her yere uyum sağlamış, işte ve eğlencede iyi olması sebebiyle, hakları için savaşma ve karşısındakine saygı uyandırma isteği ve yeteneği sayesinde her zaman ve her yerde sevilen biri olmuştu. Ama hiçbir yere kök salamamıştı. Etraftakileri memnun edecek kadar uyum sağlamış ama kendisi tatmin olamamıştı.”

“Eskiden ünlü olmak isterdim. Ama artık bunu hiç önemsemiyorum. İstediğim tek şey sensin; yemekten, giysiden, şöhretten çok daha fazla açım sana. Bütün hayalim, başımı göğsüne yaslayıp ebediyete kadar uyumak (...)”

“Hayatta her şey kötüye gidebilir, aşk hariç. Yeter ki bitkin düşen, bocalayıp tökezleyen zayıf iradeli biri olmasın, aşk hiçbir zaman yolunu şaşırmaz.”

“O gözler ki ölümsüzlüğü ilk kez orada görmüştü.”

“Konuşmak değil, sevmek istiyorum.”

“Şu dünyada dürüstlük diye bir şey kalmamış mıydı?”

“Gelecek ne getirirse getirsin, onun için önemli değildi. Zaten görünüşe göre artık hiçbir şey önemli değildi.”

“Bitirdim ben...

Koydum lavtamı kenara.

Mor üçgüller arasında

Gölgeler asılı durdukça

Şakımak da sona erdi, şarkılar da.

Bitirdim ben...

Koydum lavtamı kenara.

Eskiden bülbüller gibi erken,

Çiy düşmüş çatılarda öterken,

Kestim artık sesimi.

Yorgun bir ketenkuşuyum şimdi.

Dudağımdaki ezgiler bitti,

Öttüğüm zamanlar geçip gitti.

Bitirdim ben.

Koydum lavtamı kenara.”

“Haritasız ve dümensiz kalmış, gideceği limanı olmayan bir gemiydi. Kendini akıntıya bırakıp sürüklenmek, en azından hareket etmek, hayatta kalmak demekti ki içini acıtan şey de zaten buydu; yaşamak.”

“Bu kapkaranlık dünyada üzerime düşen ışıksın sen.”

“Her şeyde hayal kırıklığına uğramıştı. Her şeye yabancılaşmıştı.”

“Hayat büyük bir hata (bence), utanç verici bir maskaralık.”

“Uyku onun için unutmak demekti; uyandığı her sabahı kederle karşılıyordu. Hayat onu kaygılandırıyor, sıkıyor, zaman ise eziyet gibi geliyordu.”

“Hayat, hastalıklı bir insanın yorgun gözlerini yakan güçlü bir ışık gibiydi. Uyanık geçirdiği her an, etrafında ve üzerinde çiğ bir öfkeyle parlıyordu. Acıyordu. Dayanılmaz bir acı veriyordu.”

“Bu acı ölüm değildi, sersemlemiş bilincinde bocalayarak dolaşan düşünceydi. Ölüm acı vermezdi. Hayattı, hayatın sancısıydı bu feci, bu insanı boğan his.”

 

19 Aralık 2021 Pazar

Körlük | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Jose Saramago isimli yazarın “Körlük” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Günün birinde adamın biri arabasının içinde trafik ışıklarına takılmışken bir anda kör olur. Bu durum karşısında korkudan ne yapacağını şaşıran adam bağırır, çağırır ve trafiğin kısa süreli de olsa tıkanmasına sebep olur.

İnsanlar adamın bu körlüğünün geçici olduğunu düşünerek adamı sakinleştirmeye çalışırlar. Eve gidemeyecek durumda olan bu adama da
birisi yardımcı olur. Tabii daha sonrasında eve gitmesine yardımcı olacak olan bu adam, kör adamın arabasını çalacaktır orası da ayrı bir konu.

Ama adamın körlüğü geçici değildir.

Göz doktoruna gider ama gözlerinde hiçbir problem bulunamaz. Hatta bu körlük normal körlük gibi değildir. Simsiyah değil bembeyaz bir perde vardır gözlerinin önünde.

Ama kısa bir süre sonra korkutucu bir şey olur.

Arabayı çalan adam ve göz doktoru da kör olurlar. Bunun üzerine ortalık iyice karışır ve bu körlüğün bulaşıcı olduğu kanısına varılarak yetkili birimlerle iletişime geçerler. Doktorun karısı doktoru tek başına bırakmak istemez ve kendisi de kör taklidi yaparak doktorla beraber doktoru almaya gelen araca biner.

Körlük hastalığına yakalanan insanları eskiden akıl hastanesi olan bir binaya kapatırlar ve burada bu insanları karantinaya alırlar. Gün geçtikçe bir sürü kör, bu hastaneye dolmaya başlar.

Karantinaya alınan körlere gayet iyi bakılacağı ve tüm ihtiyaçlarının karşılanacağı söylense de söylenenler gerçekleştirilmez. Öyle ki çoğu zaman körler aç kalıyor, ihtiyaçlarını karşılayamıyorlardır. Günden güne sayılarının artmasıyla ise işler daha da kötüleşiyordur.

Tam bir kaos ortamı hakimdir hastaneye. İnsanların birbirlerine en çok destek olması gereken böyle bir durumda insanlar nasıl daha fazla yemek yiyebileceklerini düşünüp başkalarının hakkını da yiyor, birbirlerine zarar veriyorlardır. Adaletsizlikler ve daha birçok korkutucu olay meydana geliyordur.

Gözleri gören doktorun karısı bunların hepsine şahit oluyor, görebildiğini belli etmeden herkese yardımcı olmaya çalışıyordur. Öyle ki bu hastanenin her açıdan öncüsü yani lideri haline geliyordur.

Bu kadının sırtına yüklenen sorumluluklar gün geçtikçe artarken sonu belirsiz bu salgın da durdurulamaz bir hal alıyordur…

Benim düşüncelerim neler?
Toplum yapısının bozuluşuna ve büyük bir kargaşayı okuyoruz aslında. İnsanlar büyük bir hızla bu körlük hastalığına yakalanıyor ve hastanede yaşayan körler diğer insanlar tarafından insan olarak değil de birer yaratık olarak görülmeye başlıyorlar. İnsan muamelesi görmeyen bu körler ise hastane duvarları arasında adeta kendi küçük topluluklarını kuruyorlar.

Doktorun karısı körlerin yaptığı kötü şeyleri görüyor, bunları önlemek için insanları örgütlüyor ve hastanede asayişi sağlamaya çalışırken aslında ne kadar büyük bir sorumluluk aldığından habersiz hayatta kalmaya çalışıyordur. Bir yandan da kendisinin ne zaman kör olacağını düşünüp o zaman neler yapacağını düşünüyordur.

İnsanların içlerindeki vahşi içgüdülerin ortaya çıkışını, dört duvar arasındaki umutsuzluğu ve çaresizliği güzel bir şekilde yansıtabilmiş oldukça başarılı bir eser. Okurken hayran kalmamak elde değil doğrusu.

Bir kadının tüm bu olumsuzluklara rağmen ayakta kalmaya çalışışını ve yaşadığı psikolojik bunalımı hissediyor, kendisiyle beraber bu kokuşmuş düzene karşı ayakta durmaya çalışıyoruz. İnsanların bir anda birbirleriyle eşitlenişini, paranın ve hatta diğer değerlerin, statünün hiçbir önemi kalmadığını görüyoruz.

Tek kelimeyle efsane bir kitaptı. Özellikle sonlarına doğru kitabı elimden bırakamadım. İşlenişiyle, karakterleriyle, okurun üzerinde bıraktığı etkiyle tadından yenmeyen çok güzel bir kitaptı. Yazardan okuduğum ilk kitaptı. İyi ki okumuşum dediğim çok güzel bir eserdi.

Hassas olan arkadaşlarımızın okumasını çok önermem. Ama bunun dışında herkesin ölmeden önce okuması gerektiğini düşünüyorum.

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Körlük” isimli kitabı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok iyi bakın, sağlıcakla ve sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Bakabiliyorsan, gör. Görebiliyorsan, fark et.”

“Zaman geçtikçe, birlikte yaşarken ve genetik değişimler olurken, vicdanımızı giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna buladık, bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimizi gören birer aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla inkâr etmeye çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç çekincesiz gözler önüne serer hale geldi.”

“... Nasılsınız, doktor bey, diye sormuştu kuşkusuz, zayıflığımızı belli etmek istemediğimizde, İyiyim, deyip geçiştiririz ya öyle söylemişti, hatta ölecek durumda olsak bile iyiyim deriz, kabaca buna yiğitliğe bok sürdürmemek denir, olayları böyle mantıksızca tersine çevirmek yalnızca insan türüne özgüdür.”

“... birer dayanıksız duvarız biz, yolun ortasına yerleştirilmiş bir taş sadece, düşmanın o taşa takılıp tökezlemesinden başka umudumuz yok...”

“... dünyadan o kadar uzağız ki kim olduğumuzu unutmamız o kadar uzun sürmeyecek...”

“...üzüntü ve sevinç su ile yağ gibi değildir, birbirine karışabilir...”

“Hepimizin zayıf anları olur, ağlayabildiğimiz için çok şanslıyız...”

“... ama dünyanın hali böyleydi, gerçeğin amacına ulaşması için çoğu kez yalanlarla maskelenmesi gerekiyordu...”

“Biliyorum, biliyorum, benim hayatım insanların gözlerinin içine bakmakla geçti, göz belki de insan bedeninin içinde hala bir ruh barındıran tek kısımdır...”

“... gözlere ihtiyaç duymayan yalnızca kanın sesi değildi, aşk da, ki kör olduğu söylenir, onun da söyleyecek sözü vardı.”

“Hepimiz susalım, sözlerin işe yaramadığı anlar vardır, keşke ben de ağlayabilseydim, her şeyi gözyaşlarımla söyleyebilseydim, anlaşılayım diye konuşmak zorunda kalmasaydım.”

“... verilen sözler her zaman tutulmaz, bazen zayıflığımız, bazen de hiç hesaba katmadığımız yüce bir güç yaptırır bunu bize.”

“... insan eski alışkanlıklarından kolay vazgeçmiyor, hatta onları çoktan unuttuğumuzu sandığımız bir an gelse bile.”

“Birimizin hepimiz, hepimizin birimiz için olması gereken bu yerde, güçlülerin zayıf olanların ağzından lokmasını nasıl acımasızca aldığını görebiliriz...”

“... şunu kesin bir şekilde öğrenmiş olmamız gerekirdi ki, yazgı bir yere varmadan önce çok dönüp dolaşır...”

“... zamana zaman tanırsanız her şeyi çözümler.”

“Dünya anlamını tümüyle yitirmişse gözyaşlarının bir anlamı kalır mıydı.”

“... terk edildiği zaman yaşam ne kadar da kırılgan oluyordu.”

“... kendine ilk kez, yaşamaya devam etmesi için bir neden olup olmadığını sordu. Bu sorunun yanıtını bulamadı, yanıt hep ona ihtiyaç duyulduğunda gelmez akla, çoğu kez de beklemek verilebilecek tek yanıttır.”

“Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var, işte biz oyuz.”

“Ölecek olmamız fikri bize pahalıya patlıyor, dedi doktorun karısı, ölenler için daima bir özür arıyoruz, sanki sıra bize geldiğinde bizi bağışlamalarını önceden ister gibiyiz...”

“... Gereğinden fazla kelime kullanıyoruz demek istiyorsunuz yani, Gereği kadar duyguya sahip olmadığımızı söylüyorum, Belki de yeteri kadar duyguya sahibiz ama onları ifade edecek kelimeleri kullanmıyoruz, Sonuçta da duygularımızı yitiriyoruz...”

“Asıl zor olan, insanlarla birlikte yaşamak değil onları anlamak.”

“Bazı umutlar çılgınlıktan başka bir şey değildir.”

“Erkekler hep aynı, bir kadının karnından çıkmış olmayı kadınlar hakkında her şeyi bilmek için yeterli sayıyorlar.”

“Daha da fazlasını söylemeliyim, yıllar geçtikçe insanın kendine yüklediği suçların sayısı öyle artıyor ki, hiç hayal edemezsin.”

 

Cesur Yeni Dünya | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Aldous Huxley’in yazdığı “Cesur Yeni Dünya” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

İnsanların laboratuvar ortamlarında üretildiği, anne ve baba kavramından yoksun bırakıldığı ve zihinlerine kodlanan doğrularla yaşadıkları bir dünya düşünün. Bu laboratuvar ortamında üretilen insanlar kendilerine ne görev verilmişse sadece onu yapmakla kalıyor, cinsellik ve zihinlerini başka bir yere götürmelerini sağlayan haplarla yapay zevk havuzunda yüzüyorlardır. Bu üretilen insanlar belirli seviyelere göre eğitim alıyor, seviyelerinin gerektirdiği kodlamaya tabii tutuluyorlar.

Bu dünya dışında dışarıda da ayrı bir dünya var. Burada insanlar normal bir şekilde yaşıyor, ürüyor, hastalanıyor ve ölüyordur.

Hastalıkların ve ölümün olmadığı yapay dünyadan bu dünyaya arada geziler düzenlenebiliyor, tatile bu normal yaşayan insanların arasına gidebiliyorlardır.

Günün birinde tatile giden 2 kişi John ve onun annesiyle tanışırlar. Bu vahşi ve bir o kadar farklı insanları kendi yapay dünyalarına götürürler ve ortalık iyice karışır.

Benim düşüncelerim neler?

İnsanlar yapay ortamlarda bu düzenin kurucusunun istediği gibi yaşıyor, herkes herkes içindir ilkesini benimseyerek herkes herkesle bir birliktelik yaşıyor, aşk ve sevgi benzeri kavramlar unutuluyor. İnsanlar birbirlerine bir kişiymiş gibi değil de bir nesneymiş gibi davranmaya başlıyorlar.

Toplum düzeninin karaktere ve düşüncelere etkisini çarpıcı bir şekilde görmekle kalmıyor, aynı zamanda insanların nasıl tek tip yapılmaya çalışıldığını, bu sayede de yönetimin nasıl kolaylaştırıldığını okuyoruz. Kısacası insanlardan çok koyunlar yaratılıyor ve sürüyü istedikleri şekilde yönlendiriyorlar.

İnsanlar sahte duygular denizinde kendilerini zihinlerine kodlanan düşüncelerden dolayı mutlu zannediyorlar ve bu düzenin kendileri için en iyisi olduğunu düşünüyorlar. Kötü bir şey oldu mu onla yüzleşmiyor, bu kötü olaydan kaçmak için Soma denilen haplardan alıyorlar.

Aynı zamanda John ve annesinin yaşamını okuyunca farklı bir topluma geçişte yaşanılan zorlukları gözlemliyor, kültürel ve etik değerlerinin farklılığından doğan dışlanmışlık ve bunalımı iliklerimize kadar hissediyoruz.

Altında yatan düşünceyi beğendiğim ama çok da kendimi kaptırarak okumadığım bir kitap oldu. Olay örgüsü ve işleniş beni pek çekmedi ama genel olarak okuduğum için memnun olduğum bir kitaptı. Eğer merak ediyorsanız ve anlatılan dünyayı bir de ben gözlemlemek istiyorum diyorsanız okunabilecek bir kitap.

Siz “Cesur Yeni Dünya”yı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 6/10

Alıntılar

“Eğer kötü bir davranışta bulunduysanız, pişmanlık duyun, elinizden geldiği kadar durumu düzeltin ve bir dahaki sefere daha iyi davranmaya bakın. Ne sebeple olursa olsun hatanızın üzerinde kara kara düşünmeyin. Temizlenmenin yolu çamurda yuvarlanmak değildir.”

“Hiç içinde dışarı çıkmak için bir şans verilmesini bekleyen bir şey varmış gibi hissettin mi kendini?”

“Eğer doğru kullanırsan sözcükler X ışınlarına dönüşebilirler, her şeyi delip geçerler.”

"Entelektüel açıdan ve çalışma saatleri süresince yetişkiniz," diye devam ederek, "duygu ve arzular söz konusu olduğundaysa çocukça davranıyoruz," dedi.

“Ağlamasının bir nedeni de insanların böyle vahşi ve adaletsiz olmalarıydı.”

“... fakat acıdan ağlamıyordu; yapayalnız olduğu için, dışlandığı, bu kayalar ve ay ışığında ibaret iskeletler dünyasında yalnız kaldığı için ağlıyordu.”

“Yalnız, hep yapayalnızdım.”

“Eğer farklıysan, yalnızlığa mahkûm oluyorsun. Yalnız olana acımasız davranıyorlar.”

“Dudaklarımız ve gözlerimizdeydi sonsuzluk.”

“İnsan mutluluk konusunu düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!”

“Mutluluk zor zanaat, özellikle de konu başkalarının mutluluğu olunca. İnsan eğer sorgulamaksızın kabullenmeye şartlandırılmamışsa, mutluluk gerçekten çok daha zor bir uğraş.”

“Bedelsiz hiçbir şey yoktur. Mutluluğun bedelinin ödenmesi gerekir.”

“Kendimize ait olduğumuzu düşünmek, mutluluk ya da rahatlık sebebi olabilir mi?”

“Bir değerin saygınlığı ve kıymeti, ona ulaşmaya çalışan kadar, o değerin kendisinde de yatar.”

“Gözyaşları içeren bir şeye ihtiyacınız var sizin. Değişmek için. Burada hiçbir şeyin bedeli yeterince ödenmiyor.”

28 Kasım 2021 Pazar

Salgın | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Ling Ma’nın yazdığı “Salgın" isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Shen Humması denilen hastalık ilk başta çok ciddiye alınmasa da zamanla büyük bir salgına dönüşür. Bu salgın öyle bir düzeye gelir ki insanlar yaşadıkları şehirlerden toplu olarak ayrılmaya başlar, şehirlerini boşaltırlar.

Şehirde kalan bir avuç insandan sadece biri olan Candace Chen, kendisi gibi hayatta kalanlardan oluşan bir gruba katılır. Bu grubun başı sayılan Bob’un emirlerine uyarak hayatta kalmaya çalışırlar. Peki, bu mümkün müdür? Bir avuç insan, kendilerinin ilahi bir güç sayesinde ölmediklerini ve kutsal olduklarını savunan bir adamın emirleri altında ne kadar kalabileceklerdir? Ya da bu emirlerin ne gibi bir yararı vardır?

Benim düşüncelerim neler?


Kitabı ilk aldığımda sadece salgın sürecini anlatan bir felaket sonrası kitabı olduğunu düşünmüştüm. Ama hiç de öyle değilmiş.

Kitap Candace’ın salgın öncesi hayatı ile şu anki zamanı konu alıyor. Bir yandan önceki yaşamını bir yandan da şimdi yaşadıklarını okuduğumuz ana karakterin yaşadıklarını ve düşüncelerini okumak çok zevkliydi.

Candace’ın salgından önceki hayatını incelediğimizde aslında alttan altta verilen mesajları çok net bir şekilde anlayabiliyoruz. İnsanların nasıl sürekli rutinlerine kendilerini kaptırdıklarını, şehirleşmenin insan üzerindeki etkisini ve iş hayatının acımasızlığını gözler önüne seriyor adeta.

Candace, anne ve babasının ölümünden sonra yalnız kalıyor. Kendisini işine kaptırıyor ve adeta bir işkolik oluyor.

Salgın sürecinde yavaş yavaş herkes işi bırakırken Candace bu süreçte bile işe gelip rutinine bağlı kalıyor, sözleşmesinin bitmesini ve alacağı parayı düşünüyordur.

Yavaş yavaş herkes şehri terk ederken Candace rutininin kısır döngüsünde kendini kaybediyor ve bu kadar göz önünde olan salgının sonuçlarını bile çok sonrasında fark ediyor.

Karakterin psikolojisinin çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Yaşadığı bunalımı ve üstüne çöken bu şehrin boğuk havasından bunalışını iliklerimize kadar hissediyor ve kendisine katılmadan edemiyoruz.

Felaket sonrası bir kitaptan çok size sistemi ve rutini sorgulatacak bir eser. Elbette salgın sonrasını da konu ediniyor ama ağırlıklı olarak bahsettiğim konular üzerinden ilerliyor kurgu.

Siz “Salgın” isimli kitabı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Mutlu olmak zorunda oldukları için mutlular. Ellerinden başka bir şey gelmiyor.”

“Tanınmamak, başkalarının ona dair bilgilerinin esiri olmamak istemişti. Özgürlük buydu.”

“Eğleniyordum ama soyutlanmış bir eğlenceydi. İçinde yalnızdım.”

“Ben insanların geleceğe adım atmadan önce geçmişleriyle yüzleşmeleri gerektiğine yürekten inanırım.”

“Hatırlamak büyük bunalım, insanın ruhunu ezen bir keder olurdu. Geçmiş bir kara delik, şimdinin içinde yara gibi açılmış, çok yaklaşırsan içeri çekiyor. Durmayalım, düşeriz.”

“Komşunun kliması, sokaktaki arabaların basları. Hepsi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor: Yalnızsın. Yalnızsın. Yalnızsın. Yapayalnızsın, tek başınasın.”

“Bir kurumda veya kuruluşta çalışan bir bireysen, dedi, sistem senin aleyhine işler. Büyük olan taraf hep kazanır. Seni göremez ama seni ezebilir.”

“Yer çekimi gibi bir şeydi, adeta bir korku, bir karın ağrısıydı beni ona doğru çeken.”

“Her sistemin sorunu vardır, demişti. Ama vatandaşlara ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü tanıyan devletler, onlara saygı göstermiş olur.”

“İkinci şans demek, sıfırdan başladınız demek değildir. Bir bakıma daha zordur ikinci şans. Çünkü insan ikinci şansında daha çok çalışmalıdır. Bilmezliğin iyimserliğinden sıyrılıp tüm güçlükleri göğüslemelidir.”

“Nereye gidersen git, dünyanın gerçeklerinden kaçamıyorsun.”

“HAYAT NE UĞRUNA YAŞADIĞINI BİLMEKTİR.”

“O kadar zamandır kimsesizim ki asla yetinemeyeceğim bir şeyleri bulmak için dolaşmaktan yoruldum.”

 

12 Kasım 2021 Cuma

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Victor Hugo’nun yazdığı “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

İşlediği suç yüzünden idam edileceği kesin olan bir adamın duygu ve düşüncelerini konu ediniyor, idam edilene kadarki geçen sürede hissettiklerine ve aklından geçen eski günlere tanık oluyoruz.

Benim düşüncelerim neler?
Bir idam mahkûmunun toplum tarafından nasıl da bir insan olarak değer kaybettiğini okuyoruz kitap boyunca aslında. İnsanlar mahkûmu artık bir birey olarak görmüyor, onun da duygu ve düşüncelerinin olabileceğine
inanmıyorlar.

Kitabın başında geçen diyaloglardan da insanların bir mahkûmun hissettiklerinden nasıl iğrendiklerini görüyoruz zaten. Bu da bize aslında toplumun gözünde bir kere düştük mü, onların doğrularından bir kere şaştık mı nasıl da yok sayıldığımızı kanıtlıyor. “Cani” olarak nitelendirilen birinin kişisel bir yaşamı olabileceğine, çocukları ve bakması gereken bir ailesi olabileceğine inanmıyorlar.

Belki de Victor Hugo’nun ana karaktere bir isim vermemesinin bir sebebi de budur. İsimlerimiz bizim kim olduğumuzu tanımlar, bizi bir birey yapar. Oysa idam mahkûmunun ismine rastlamıyoruz. Bu da aslında nasıl yok sayıldığını, nasıl bir insan olarak görülmediğini iyice hissettiriyor bizlere. O bir birey değil.  O sadece yok olmaya mahkûm iğrenç bir yaratık. Bize dayatılan düşünce bu şekilde.

Bir insanın ölecek olmasını kimse önemsemiyor. Tam tersi toplum o kadar kana susamış ki mahkûmun öleceği günü iple çekiyor, ona hakaretler ediyor ve kendi hallerine şükrediyorlar.

Kitapta işlenen cinayetten çok mahkûmun duygularını ve düşüncelerini okuyoruz. Böylesi belki de her açıdan daha iyidir. Bir insanın yaptıklarından çok bazen duygularına dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum. Bana kalırsa okurlarına farklı bir bakış açısı yakalatmaya başarıyor “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”.

Herkesin okuması gereken güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum. Beğenerek ve zevkle okudum.

Bu kitaba puanım: 8/10

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın.

Alıntılar

“Herkes tarafından bu şekilde yüzüstü bırakılmışken içimde hissettiğim şiddetli ve bilinmeyen sarsıntıları neden kendi kendime anlatmayı denemeyeceğim ki?”

“Hasta değilim! Gerçekten de gencim, güçlü ve sağlıklıyım. Damarlarımdaki kan özgürce akıyor, kaslarım her istediğimi yerine getiriyor, uzun bir hayat için yaratılmış bedenim ve zihnim sağlıklı; evet, bütün bunlar doğru, yine de bir hastalığım, hem de insanların kendi elleriyle bulaştırdıkları ölümcül bir hastalığım var.”

“Kendi kendime bütün insanların beni terk ettiğini, bir tek onun yanımda olduğunu söyledim.”

“O zaman tepeden tırnağa titrerken beni götürüp kollarının arasına, dizlerinin dibine atsınlar, o ağlasın, birlikte ağlayalım, sözleri beni teselli etsin, yüreğim onun göğsünde sakinleşsin ve o benim ruhumu kavrarken ben onun Tanrı'sına kavuşayım.”

“İnsan içinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen bir zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır.”

“-Hiç konuşmuyorsun, kederli bir halin var, dedi annem.

Oysa yüreğimde cenneti taşıyordum.”

“Ve yine sefil yasalar ve sefil insanlar, ben kötü biri değildim!”

“Demek yaşamak istediğim tek yer olan o hafızadan şimdiden silindim!”

“Ne yazık! Dünyada sadece tek bir varlığı sevmek, onu bütün kalbiyle sevmek ve karşınızda durup size bakar, cevap verir, konuşurken, sizi tanımadığını fark etmek! Sadece onun tesellisine ihtiyaç duymak ve bunu yapması gerektiğinden habersiz olan tek kişi olduğunu anlamak!”