Light Pink Pointer

22 Ekim 2021 Cuma

Gizli Bahçe | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Frances Hodgson Burnett’ın yazdığı “Gizli Bahçe” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Mary Lennox; mızmız, şımarık ve oldukça aksi bir çocuktur. Annesi tarafından istenmiyordur. Bundan ötürü kendisine bakıcılar bakmakta, istediği her şey yapılmakta ve yapmadıkları müddetçe de Mary tarafından cezalandırılmaktadırlar.

Her şey tıpkı diğer günlerde de olduğu gibi sıradan bir şekilde ilerlerken
bir sabah Mary bakıcısını yanında göremez. Bunun sebebinin ise kadının Kolera’ya yakalanmasıdır.

Daha sonrasında tüm eve yayılan bu hastalık Mary’yi iyice korkutur. Kendisini derin bir uykuya bırakan küçük kız, uyandığında kimsenin olmadığını görür. Ev ölümcül derecede sessizdir.

Evdeki herkes Kolera’ya yakalanmış, çoğu ölmüş ve evden kaçanlar da olabildiğince uzaklaşmıştır. Ama kimse mızmız, şımarık ve bilmiş küçük Mary’yi hatırlamamıştır.

Yetkililer eve bakmaya gelince Mary’yi görürler ve bunun üzerine Mary’yi vasisinin yani Bay Craven’ın evine gönderirler. Vasisinin evi yüksek bir yerde ve çocuklar için pek de eğlence aleti olamayacak bir fundalığın içindedir. Bunun üzerine kendisini daha korkunç günlerin bekleyeceğini düşünen Mary, aslında çocukluğunu ve gerçek kişiliğini burada bulacağından habersiz bir şekilde kendisini bu 100 odası kilitli ve koridorlarından gecenin bir yarısı nereden geldiği belirsiz ağlama seslerinin ve sürekli bahsi geçen ama kimsenin hakkında konuşmak istemediği Gizli Bahçe hakkında düşünmeye başlarken buluverir…

Benim düşüncelerim neler?
“Gizli Bahçe” ; çocuk yetiştirilirken yapılan yanlışlar, çocuklara verilen değer ve daha türlü türlü konuyu barındıran efsane bir kitap.

Mary Lennox hakkında konuşmak gerekirse oldukça şımarık ve sinir bozucu bir çocuk olduğunu söyleyebiliriz. Her istediği yapılan bir çocuk.

Ama Mary Lennox asla sevgi görmemiştir. Çocukluğunu yaşayamıyor, hep istenmeyen çocuk oluyor. Kısacası bir fazlalık olarak görülüyor. Başına gelen travma da bu davranışlarında etkili tabii. İstenmediği için hiç özgür kalamamış, hayatı öğrenememiş ve yaşayamamıştır. Çocuk gibi davranması için fırsat verilmemiştir Mary’ye.

Tabii Mary üst tabakadan biriyken bir anda vasisinin evine gönderilince bu durum değişiyor. Değişen bu durumda da Mary uyum sağlamakta zorlanıyor. Daha önce hiç kendi işini kendi karşılamayan, kendi bakımını üstlenmeyen ve sorumluluk almayan bu kız bir anda kendi işini kendi yapmak zorunda kalıyor, hayatı öğrenmeye başlıyor.

Fanus içinde yetiştirilen bir çocuğun fanustan çıkması da tabii öyle bir anda olmuyor.

Fundalığın temiz havasıyla ve sürekli bahsi geçen ama kimsenin ağzına almaya cesaret edemediği Gizli Bahçe’nin düşüncesiyle hayata tutunan Mary, merakının ve içindeki çocuğun dışarı çıkmasıyla iyice buraya alışır ve çok farklı deneyimler edinir.

Mary tanıştığı kimsenin onu sevmeyeceğini ve onun da tanıştığı kişileri sevmeyeceğini düşünüyor sürekli. Sevgisiz kalmış bir çocuk sevgiyi nereden bilebilir ki? İstenmeyen bir çocuk neden bir başkasını yanında istesin ki? Bu da ailenin çocuğa kendini değerli hissettirmesinin, sevmesinin önemini gözler önüne seriyor.

İlerleyen sayfalarda çocuklar sihrin varlığına inanıyorlar. Aslında sihir dedikleri şey ise inanmanın gücü. İnanarak, isteyerek, severek birçok şeyi atlatabileceklerini ve başarabileceklerini fark eden çocuklar kendilerine tutunacak bir dal olarak “Sihir”i buluyorlar.

Colin isimli karakterden ise düşünce gücünün önemini görüyoruz. Colin yıllarca düşünceleriyle kendine eziyet ediyor, kendisini hasta olduğuna inandırıyor. Oysaki öyle bir şey yok. Sadece kendi kafasından kuruyordur hastalığını. Tabii burada Colin’in de Mary gibi istenmeyen çocuk olmasından kaynaklı bir durum söz konusu. Çevresindeki büyükler sürekli olarak Colin’in öleceğini, babası gibi kambur olacağını söyleyerek Colin’i kötü etkiliyorlar.

Birbirlerini bulan Colin ve Mary, yetişkinlerin kötülüklerinden ve sevgisizliklerinden uzakta durarak birbirlerine destek oluyor, beraber iyileşiyorlardır. Buradan da bir çocuğun bir çocuğa olan ihtiyacını okuyor, bir çocuğa bazen bir yetişkinden çok başka bir çocuğun iyi gelebileceğini anlıyoruz.

Yazarın karakterlerin psikolojisini çok iyi işlediği bir eser olan “Gizli Bahçe” her yaştan okura hitap edebilecek çok nadide bir eser. Elimden bırakamadığım ve devamını merak ettiğim oldukça tatlı bir kitaptı. Kimi yerlerinde duygulandığım kimi yerlerinde ise buruk bir şekilde gülümsediğim bu kitap herkese tavsiyemdir. Çocuk yetiştirilirken izlenen yanlış politikadan tutun sevginin ve inanmanın gücüne kadar her türlü konu oldukça güzel ve ustalıkla işlenmiş.

Siz “Gizli Bahçe”yi okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle ve mutlulukla kalın…

Bu kitaba puanım: 10/10

Alıntılar

"O yanımda olmadığı zaman ben de yalnızım."

"Gitmiş," dedi kız üzüntüyle. "Ah! Yoksa... yoksa... o sadece bir orman perisi miydi?"

“Ah, bu tuhaf, kaba saba çocuğu nasıl da seviyordu!”

"Gerçeksin, değil mi?" dedi. "Sık sık çok gerçekçi rüyalar görüyorum. Sen de onlardan biri olabilirsin."

"+Peki sen yaşamak istiyor musun?

"-Hayır. Ama ölmek de istemiyorum."

"O unutmamı sağlıyor. Onu bu yüzden yanımda istiyorum."

“Belki de başlangıç,  güzel şeyler meydana gelinceye kadar güzel şeyler olacağını söylemektir sadece.”

 

1000Kitap hesabıma ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

 

 

16 Ekim 2021 Cumartesi

Yansıma, Yanılsama

Çimenlere bastığında çıkan hafif hışırtıdan başka ses yoktu etrafta. Ağaçlar sıktı. Arka fonda hafiften gelen kuş sesleri biraz zor olsa da dikkat kesildiğinde duyulabilirdi. Yine de çimen seslerinin hem basıldığında hem de rüzgâr çıktığında çıkardığı seslerin yanında, kuşların sesleri pek de duyulmuyordu.

Abby yavaşça ilerlemeyi sürdürdü. Oval yakalı bluzunun içerisine dolan rüzgârla serinlediğini ve kendine geldiğini hissediyordu. Daha çok kendisiydi sanki. Kollarını açtı. İyice rüzgârı hissetti. Onu tanımlayacak birkaç söz bulunacak olsaydı dramatik, aşırı duygusal ve birçok konuda birçok şeyi abartan biri olduğunu söylerlerdi. Abby bu tanımlamalardan rahatsız değildi. Dramatikse dramatikti, duygusalsa duygusaldı ve eğer abartılıysa abartılıydı. Hangimiz değildik ki?
Ağaçların seyrekleşmesiyle bir göle çıktı. Ağaçlar seyrekleşmişse de var olan ağaçlar oldukça gür yapraklara sahipti. Koyu yeşil tonlarının hâkim olduğu bu manzara nefes kesiciydi.

Ağacın altına oturdu, sırtını sert kabuğa dayadı ve gölü izlemeye başladı. Telefonunu kenara koydu. Zaten kimse aramayacak, yazmayacaktı. Boşuna ümit etmesine gerek yoktu. Onu merak eden çoktan ederdi.

Biraz daha oturduktan sonra aklına daha iyi bir fikir gelmediğinden göle doğru ilerledi. Gölün yüzeyine vuran güneşten ötürü göl sanki parıldıyormuş gibi görünüyordu. O kadar berrak o kadar temizdi ki içindeki renkli balıklar görülebiliyordu. Sürüler halinde yüzüyor, birlikte tek bir vücut oluyorlardı adeta.

Gölün yüzeyine bakmaya başladı. Yansımasıyla karşılaştı.

Son birkaç ayda oldukça kilo almıştı. Düzensiz uykularından ötürü gözleri şişmişti ve kendini pek de iyi hissetmiyordu. Sporu bırakmıştı, insanlara daha az kendini açar olmuştu ve birçok şeyi ertelemeye başlamıştı. Evet, insanlara daha az kendini açıyordu. Ama bir kişi dışında.

O da kendisi gibiydi. Hatta onun kopyasıydı. Abby, doğru kişiyi bulduğunu düşünmüştü.

Ama sürekli aynı hataya düşmüyor muydu zaten? Kimse kendisi gibi birini bulamazdı. Herkes karşıdaki kişinin kendisi gibi olduğuna inandırırdı kendini. Çünkü inanmak isterdi. Bu sevgi kavramından kıt dünyada sevilebileceğine inanan aptalların en büyük bahanesiydi “inanmak”.

Göle düşen gözyaşıyla göl halka halka dalgalandı. O sırada Abby kendi yansımasının yok oluşunu izledi.

Artık kendi yansıması yoktu gölde.

Kuzgun karası saçları, koyu kahve gözleri, içine çökmüş yanaklarıyla o vardı artık. İnandığı, inanmak istediği kişi.

Dolgun dudaklarıyla o kadar güzel gülümsüyordu ki…

Birçok kişiye göre pejmürde görünen bu kişi Abby için zarafet kavramının ta kendisiydi.

Kendisine bakan bu yüze dayanamıyordu. Bir insan hem bu kadar yakın hem bu kadar uzak nasıl olabilirdi?

Dokunmaya korkuyordu göle. Ya O da kendi görüntüsü gibi dağılır, yok olursa?

Bakmaya devam etti. Gözlerinde hayallere daldı. Nasıl da yorgun, nasıl da umursamazlardı! Bu hayata olan nefreti, omuzlarında taşıdığı tüm yük yansımıştı sanki onlara. Abby yüzünü daha da yaklaştırdı. Öyle ki biraz daha başını eğse göle değecekti yüzü.

Gözlerini kapattı. Duyuları açıktı. Doğayı dinledi, artık kuşların cıvıltısı daha gürültülü çalılar ise isyankâr bir şekilde bir o yana bir bu yana sallanıyorlardı. Rüzgâr yüzünü yalıyordu. Sanki duyguları doğaya yansıyordu. Sanki doğa onu anlıyordu.

Korkuyordu. Çok korkuyordu. Ama umursamadı. Artık kendisinin de umursayacağı bir şey kalmamıştı. Dudaklarını yavaşça Yansımadakinin dudaklarına değdirdi. Dudaklarıyla beraber yavaşça yüzü de göle doğru iyice gömüldü. Suyun buz gibi soğukluğu yüzüne çarparken tüm duyuları iyice harekete geçmişti.

Tüm vücudu suyun içindeydi artık. Ani bir korkuyla doldu kalbi. Deli gibi çarpıyor, göğüs kafesini delip geçiyordu adeta. Suyun yüzeyine çıkıp kendini kurtarmak, yukarıdaki dünyaya geri dönmek istiyordu.

Ama o sırada yine Onu gördü.

Kendisine ellerini uzatmış, o güzel dudaklarıyla koskocaman gülümsüyordu Abby’e.

Abby’nin elleri titriyordu. Ya yine yarı yolda bırakılırsa?

Elleri yavaşça diğerinin ellerine uzandı.

Işık gölün içinden yüzüne vuruyordu. Gözleri güneş kadar parlak, saçları etrafında süzülüyordu. Gülümsemesi aynı şekilde hala yüzündeydi. Abby’e güven veriyor, hiçbir şeyi kafasından kurmadığını, ona güvenebileceğini söylüyordu adeta.

Abby Ona güvendi.

Ellini tuttu. İçinden bir akımın geçtiğini hissediyor, vücudunun artık üşümediğini hissediyordu. Gözlerini yavaşça kapattı ve usulca gülümsedi. Ona güveniyordu, gerçekliğine inanıyordu. O, gerçekti. Hem de hiç olmadığı kadar.

Bir daha da gözlerini açmadı zaten.

Yazan: Eylül Su Arslan



Kırmızı Pazartesi | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bu sıralar bir serinin kitaplarına devam ettiğim için inceleme atamıyordum. Direkt sadece 1. Kitabının incelemesini attım. Diğerlerini atmayı gereksiz gördüm. Bundan ötürü bu ay sadece 1 kitap inceledim o da okuduğum serinin arasına sıkıştırdığım “Veronika Ölmek İstiyor”du. Bugün ise tekrardan araya sıkıştırdığım bir kitap olan ve Gabriel Garcia Marquez tarafından yazılan “Kırmızı Pazartesi”ni inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman daha fazla uzatmadan incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?


Santiago Nasar’ın o gün öldürüleceğini Santiago Nasar da dâhil olmak üzere herkes biliyordu. Dedikodular her yere yayılmış, bu cinayet kaçınılmaz olmuştu.

Piskoposun geleceği gün herkes bir heyecan içindedir. Bu heyecanın içinde elbette cinayetin nasıl ve ne zaman işleneceği heyecanı da dâhildir.

Herkes tarafından işleneceği bilinen bir cinayet neden durdurulmaz? Neden herkesin bildiği bir cinayet işlenir? İşte bu ve bunun gibi soruların sorulduğu bir eser olarak karşımıza çıkıyor Kırmızı Pazartesi.

Benim düşüncelerim neler?

“Namusun ve Bekâretin kirletilmesi” üzerine kararlaştırılan bu cinayet planı herkesin dilinde yer etmiş, kulaktan kulağa konuşulmuştur. Peki, neden engellenmemiştir?

Öncelikle toplumun empoze ettiği “Bekâret kadının kimliğidir” algısı üzerinde duralım.

Kadınlar bekâretleri ile tanımlanıyor, tek amaçları evlenmek olarak görülüyor. Bu algı ortaya çıkınca da bir kadının bekâreti her şey olarak görülüyor. Bundan ötürü Angela Vicario, Bayardo San Roman ile evlendiği gün Santiago Nasar ile daha öncesinde bir ilişkisi olduğunu söyleyince baba evine geri gönderiliyor ve bunun üzerine erkek kardeşler ayaklanıyor.

Erkek kardeşler bu davanın “namus” için olduğunu söyleyince ve olanlar duyulunca da toplumun hepsine bu algı dayatıldığından dolayı kimse cinayete pek de ses çıkarmıyor, cinayet önemli görülmüyor.

Buradan geleneklerin, örf ve adetlerin aslında olaylara olan tepkimiz ve bir şeyleri normalleştirmemiz üzerine olan etkisini görüyoruz. Toplum kendi bildiğini okuyor ve bu cinayeti önemsemiyor.

Santiago Nasar için endişeleniyorlar evet ama bu endişe kendi içlerinde duydukları korkudan başka bir şey değil. Birinin öldürüleceğini duyduğunuzda elbette ki endişelenirsiniz, korkarsınız ama burada halk sadece endişelenmekle, korkmakla kalıyor. Engellemek için hiçbir şey yapmıyorlar.

Bu cinayeti engellemek için bir iki kişiden başka kimse çabalamıyor, yetkili kişiler ise bu cinayeti o kadar önemsiz görüyorlar ki Santiago Nasar’ın öldürüleceğini bile unutuyorlar.

Töreler ve geleneklerin ahlakın temel ilkesi olarak tanımlandığı bu toplum yapısını okudukça birçok üzücü şeyin ve kadının nasıl da 2. Plana atıldığını gözlemliyoruz.

Bir cinayetten sanki sıradan bir şeymiş gibi bahseden bu insanların yaşadıkları ortamı ve çevreyi gözlemlediğimiz kısa ama etkili bir kitaptı.

Şahsen çok fazla karakter olduğunu düşünüyorum. İsimler de karışık olduğundan takip etmek biraz sıkıntı oldu. Her yeni sayfada bir karakter ekleniyor adeta.

Yazım dili sadeydi ama okurken bitmesini istediğim bir eserdi. Beni pek de içine çekemedi. Bundan dolayı çok da sevdiğim bir kitap olamadı maalesef.

Bütün bu saydığım özellikleri göz önüne alarak bir puanlama yapacak olursam:

Bu kitaba puanım: 5/10

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Kırmızı Pazartesi” kitabını okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle kalın…

Alıntılar

“Kusura bakmayın, Bayardo, ama siz gençler insanın yüreğinin nedenlerini anlayamıyorsunuz.”

“Bizlerden daha sağlıklıydı; ama insan onun göğsünü dinleyince yüreğinin içinde fokurdayan gözyaşlarını duyabiliyordu.”

“O gün biz kadınların bu dünyada ne kadar yalnız olduğumuzun farkına vardım!”

“Bana bir önyargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”

“Kader bizleri görünmez kılar.”

 

1000Kitap hesabıma ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

 

 

1 Ekim 2021 Cuma

Veronika Ölmek İstiyor | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Paulo Coelho’nun yazdığı “Veronika Ölmek İstiyor” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. O zaman girişi uzatmadan direkt olarak incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Veronika, birçok kişinin imreneceği bir hayata sahipti. Bir işi vardı, istediği çoğu şeye sahipti. Kısacası bir insanı mutlu edebilecek her şeye sahipti.

Ama Veronika mutlu değildi.

Hayatın durağanlığından, tekdüzeliğinden bunalan Veronika için ömrü boş geçen 24 yıldan başka bir şey değildir.

Bunun üzerine kimseyi çok fazla üzmeyecek şekilde sessiz sedasız bir şekilde ölmeye karar verir. 4 kutu hap alır.

Ama Veronika ölmeyi başaramaz. Bir şekilde biri onu kurtarır ve bu girişiminin sonucu olarak Veronika akıl hastanesine gönderilir. Uyandığında Veronika ölmeyi başaramadığı için kendinden nefret ediyordur.

Ama doktorun söylediği şeyler donakalmasına sebep olur.

Veronika, aldığı ilaçlar sebebiyle ölmediyse bile 1 haftaya kalmaz ölecektir çünkü haplar kalbine geri dönüşsüz bir hasar vermiştir.

Bunun üzerine kalan son 1 haftasını nasıl değerlendireceğini düşünen Veronika, bu 1 haftada kendini keşfedeceğinden habersiz, çevresini de düşünce biçimini de değiştirmeye başlar…

Benim düşüncelerim neler?

Yaşamın tekdüzeliği, aşırı kuralcılığı üzerine ilerleyen bu kitaba hayran kalmamak elde değil.

Kitabı 2-3 gün gibi bir sürede yoğunluğuma rağmen bitirdim. Elimden bırakamadım. Okurken analizler yapmak, karakterlerin hayatına dair birçok şeyi okumak bana büyük bir haz verdi. Şimdi isterseniz kitap hakkındaki analizlerime geçeyim.

Veronika’nın yaşamak için bir sebebi yok. Hayatı boyunca kendisinden istenilenleri yerine getirmiş bir karakter. Ailesinin ona verdiği emekleri boşa çıkarmamak için kendi isteklerini yok sayan ve hayatını bir robot gibi ilerleten Veronika, en sonunda bu duruma dayanamıyor tabii.

Dediğim gibi Veronika’nın yaşamak için bir sebebi yok. Ama ölümünün bir amacı olduğunu göstermek istiyor. Arkasında bir iz bırakmak istiyor. Bundan ötürü ölmeye çalışmadan önce okuduğu bir dergideki soruya yanıt göndererek sanki bu soru yüzünden intihar etmiş gibi görünecekti. Bu soru bir ülkenin nerede olduğu ile ilgiliydi. Bu ülke Veronika’nın yaşadığı ülkeydi ve Veronika sanki bu ülkenin nerede olduğunun bilinmemesinden ötürü intihara kalkışmış hissi yaratarak aslında arkasında milliyetçi bir kimlik bırakmaya çalışıyor. Birçok kişi tarafından garip olarak adlandırılacak olsa da yine de ismi anılacaktı.

Veronika’nın bir diğer ölme sebebi ise hayatın durağanlığında kontrol edebileceği tek şeyin ölümü olduğunu düşünmesiydi. Kariyeri seçilmişti, bir kadın olarak toplum tarafından ona dayatılan görev belirlenmişti. Ama ölümü onun elindeydi. Tüm seçme hakları alınmış olan bu kadın, kendi ölümünü kendi seçebileceğinin farkındaydı.

Ama son 1 haftası kaldığını öğrendiğinde yine de bir korkuya kapılıyor. İnsan her şekilde ölümden korkar zaten. Buna hazır olsa da olmasa da. Ama Veronika’nın elinden yine bir tercih hakkı alınıyor. Ölümü de kendisinin istediği zamanda değil de koşulların belirlemiş olduğu bir tarihe geliyordu. Böylece ölüm üzerinde sahip olduğu hakkı da kaybeden Veronika, şiddetli bir korku duymaya başlıyor.

Akıl hastanesine gelen Veronika, buradaki insanlara “deli” gözüyle bakıyor, bundan dolayı da “deli” olarak adlandırdığı bu insanların da duyguları olabileceğini bilemiyor.

Akıl hastanesinde kaldıkça her bir bireyin kendine ait düşünceleri ve duyguları olduğunu keşfediyor. En önemlisi ise buradaki insanların özgürce hareket ettiğini, özgürce düşündüğünü ve kendi kararlarını kendilerinin verdiği fark ediyor. Deli diye adlandırılan bu insan topluluğu, kendilerine yapıştırılan bu sıfatın rahatlığıyla istedikleri gibi davranıyor, dayatılan normları reddediyorlar.

Aslında deli diye adlandırılan bu bireylerin, normal olarak kabul ettiğimiz bireylerden daha normal olduğunu çünkü özgürce davranmaktan korkmadıklarını fark eden Veronika aslında hepimizin içinde bir deli yattığını fark ediyor. Ama birçoğumuz bu deliyi dışarı çıkarmayız. Çünkü insanların düşüncelerinden korkarız.

Kitapta deliren birçok kişinin aslında başkalarının onlar hakkında ne düşüneceğinden korkmasından ötürü delirdiğini fark ediyoruz. “Böyle düşündüğümü bilirlerse bana deli derler.” , “Eğer sorunumu söylersem bir daha benle konuşmazlar.” , “Aileme, sevdiklerime bunu yapamam onlar benim için çok emek verdiler onların istemediği bir şeyi kabullenemem, sevemem.” Tarzı düşünceler aslında bu insanları delirtmeye itiyor. Bu da Kapitalist sistemin psikoloji üzerindeki etkisine değinmemizi sağlıyor.

Kapitalist sistem insanları birbirinin aynısı olmaya itiyor. Bunun üzerine insanlar artık değişikliklere tahammül edemeyecek hale geliyorlar. Böylece kendilerinden farklı insanları “deli” , “problemli” ya da “değişik” olarak adlandırarak ötekileştiriyorlar. Bu da değişime ayak uyduramayan bireylerde travmaya sebep oluyor.

Geçenlerde katıldığım “Kapitalist Sistemin Psikoloji Üzerine Etkisi” isimli sunudan çok etkilenmiştim. Bunun üzerine şansa “Veronika Ölmek İstiyor”u okuyunca gerçekten çok farklı duygu geçişleri yaşadım.

Veronika son bir hafta tıpkı akıl hastanesindeki bireyler gibi özgürce yaşamak için izin veriyor kendine. İstediği gibi hareket ediyor, karşısındakinin ne düşüneceğini umursamıyordu.

Kendine izin verdikçe içindeki birçok farklı Veronika’yı keşfetmeye başlayan Veronika, yavaş yavaş yaşamak istediğini fark ediyor.

Ama her şey için çok geç olduğunu biliyor. Ölecekti. Bunun için son 1 haftasını iyi geçirmeli ve bunun için de şükretmeliydi.

Veronika’nın yaşama isteğini ve bu tutumunu gören hastalar da Veronika’dan etkileniyor ve hayatlarını sorgulamaya başlıyorlar.

Böylece Veronika’nın gelişi üzerine herkes hayatının anlamını ve yaşamları boyunca geçirdikleri süreyi nasıl değerlendirdiklerini düşünmeye başlıyorlar.

Bu çıkarımları yaptığım “Veronika Ölmek İstiyor” kitabı gerçekten çok ama çok güzeldi. Herkese önerebileceğim bir kitap. Yalnızca içinde geçen 2 sayfalık kadar bir cinsel içerik var. Biraz rahatsız ediciydi ben de atlayarak okudum. Eğer yaşı küçük olanlar veya bu tarz içeriklerden rahatsız olabilecek kişiler varsa bu sayfaları atlamasını öneririm.

Bunun dışında gerçekten çok kaliteli bir eserdi. “Simyacı” kitabını da okuduğum Paulo Coelho beni şaşırtmadı. Gerçekten nefis bir iş ortaya çıkarmış.

Siz “Veronika Ölmek İstiyor”u okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

NOT: Çok fazla alıntı olduğundan alıntılar bölümü boş bırakılmıştır.

1000 Kitap hesabıma ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

En son yayımladığım incelemelerim:

“Vakıf” kitabı için yaptığım incelemeye ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

“Kalp Çarpıntısı” kitabı için yaptığım incelemeye ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

“Dorian Gray’in Portresi” kitabı için yaptığım incelemeye ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.