Light Pink Pointer

13 Temmuz 2020 Pazartesi

Efsane | Kitap Yorumu


Hepinize selamlar bugün sizlere Marie Lu’nun kaleme aldığı “Efsane” serisinin ilk kitabı olan “Efsane”yi inceleyeceğim. Umuyorum ki bu incelememden hoşnut kalırsınız. Sizi bekletmeden incelememe geçiyorum!

Ne anlatıyor?

Bir zamanlar Amerikan Birleşik Devletleri olarak bilinen bir yerin batı kıyısında bulunan Cumhuriyet isimli bir ülke vardır ve bu ülke gerek ülke içinde gerekse ülke dışındaki birçok toplulukla savaş halindedir.

Cumhuriyet, 10 yaşındaki tüm çocuklara Deneme isimli bir sınavı uygulatmaktadır ve bu sınav 1500 puan üzerinden değerlendirilmektedir. Başarısız olan çocuklar çalıştırma kampına gönderilirken başarılı olanlar iyi bir üniversite eğitiminin yanında askerlik eğitimi de almaktadırlar.
June, şimdiye kadar kimsenin almadığı 1500 tam puanı alarak üstün bir başarı elde etmiştir.

Fakir bir aileden gelip veba hastalıklarına karşı savunmasız olan Day ise ülkenin en çok aranan suçlusudur.

Günün birinde  June’un abisi olan Matias öldürülünce June, Day’ın peşine düşme kararı alır ve Day hakkındaki sır perdesini aralamaya çalışır. Ancak June, Day hakkındaki sır perdesini aralarken aslında Day ile Cumhuriyet’in de sır perdesini aralamış olur…

Benim düşüncelerim neler?

“Açlık Oyunları” gibi aslında devlet yönetiminin entrikalarını ve düzenbazlıklarını konu alan “Efsane” aynı zamanda “Sefiller”deki dahi bir dedektif ile ünlü bir suçlunun arasında yaşanan aşkın modern dünyamızda nasıl olabileceği üzerine bir örnektir. Marie Lu yine kendine özgü üslubuyla fazlasıyla hoş bir kurgu çıkarmış ortaya. Okurken elimden bırakamadım kitabı. Tek oturuşta da bitirdim. Okuyan herkesin kelimelerin ve kurgunun büyüsüne kapılıp tek oturuşta bitirebileceğini düşünüyorum.

Kitap hem Day’in hem de June’un ağzından sıra sıra anlatılıyor. Böylece her ikisinin de yaşadığı olayları ve duyguları okuyabiliyoruz. Bu yönden okurda iyi bir tatmin hissi bıraktığını düşünüyorum. Marie Lu’nun diğer kitaplarını da okumuş biri olarak kitaplığıma “Efsane” serisinin 
eklenmesinden gurur duyuyorum.

Doğruların gerçekten de doğru mu olduğunu sorgulayacağınız bu kitap adı gibi efsaneydi. Herkese önerebileceğim sağlam karakterleriyle ve cümleleriyle oldukça hoş bir kitaptı.

Siz “Efsane” kitabını okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

Bu incelememi okuduğunuz için teşekkür ediyorum. Bir sonraki incelememde görüşmek üzere hoşça kalın, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 9/10

Alıntılar

“Olay hep buydu zaten, toprak, toprak, toprak.”

“Parayla rahatlığı, statüyü, dostları, güvenliği… Her şeye sahip olabilirsin.”

“Her gün yeni bir yirmi dört saat demek. Her yeni gün her şeyin tekrar mümkün olması demek. Anın içinde yaşıyorsun, anın içinde ölüyorsun, geçmişi ya da geleceği düşünmeden. Işıkta yürümeye çalışıyorsun.”


12 Temmuz 2020 Pazar

Itaewon Class | Dizi Yorumu


Hepinize selamlar! Bugün sizlere Netflix’in Orijinal Dizisi olan, Gwang Jin’in eseri olan “Itaewon Class”ı inceleyeceğim. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Sizi bekletmeden incelememe geçiyorum!

Ne anlatıyor?

Park Saeroyi, babası ile birlikte normal bir hayat sürmektedir. Ta ki yeni bir okula alınana kadar. Babasının çalıştığı şirketin başkanının oğlu da Saeroyi ile aynı okuldadır. Saeroyi normal bir okul hayatı geçireceğini düşünürken sınıfta bir zorbalık olayı ile karşı karşıya kalır. Jang Geun-won isimli zorba çocuğa kimse hatta öğretmenler bile engel olmazlar. Bu olaya şaşıran Saeroyi Geun-won’a tepki gösterir ve kavga çıkar. Müdürün odasına aileleri çağrılınca Geun-won’un babasının çalıştığı şirketteki başkanın oğlu olduğu ortaya çıkar. Saeroyi’nin özür dilemesini ve ayaklarına kapanmalarını isteyen başkan, Saeroyi’nin bunu yapmayacağına dair sözlerine şaşırır ve onu okuldan attırır. Böylece Saeroyi ve babası ortada kalırlar. Ama bunlar daha olayların başlangıcıdır. Saeroyi kolay kolay Jang ailesinden kurtulamaz…

Benim düşüncelerim neler?

Paranın insanları nasıl yönettiğine şahit olduğumuz bu Kore dizisinde ruhunu satmayan Saeroyi’nin hayatta kalma mücadelesini izliyoruz aslında. Tüm zorluklara rağmen yıllarca sabreden bir gencin hedeflerine ulaşma çabasını ve bu süreçteki tepkilerini izlerken çevresinde yeni edindiği dostlarla bir aile olmaya başlar Saeroyi. Kişilik açısından hepimize örnek olacak bir karakter olan Saeroyi bence bu diziyi izlediğinizde sizin de kalbinizde yer edinecek.

Dizinin konusu dışında müzikleri de çok hoşuma gitti. Birkaçını boş zamanımda Youtube’dan dinlemeyi düşünüyorum. Oyunculuklar efsaneydi. Bazen o kadar gerçekçi bir şekilde rol yaptılar ki ister istemez “Vay canına!” diyor insan. Dizi bittiğinde bitmiş gibi hissetmedim, bitmesini istemedim ama her güzel şeyin bir sonu vardır. Tam zamanında bitirilen diziler hem insanı baymaz hem de keşke bitmeseydi kelimelerini insanların zihninde canlandırarak insanların kalbinde kalıcı bir yere sahip olurlar. Bu konuda “Itaewon Class” da kalbimde kalacak dizilerden bir tanesi oldu.
Oyunculuklarıyla, dizi müzikleriyle, verdiği mesajla “Itaewon Class” bence Kore dizilerinin olmazsa olmazı, bir efsanesi sayılabilir. Siz “Itaewon Class”ı izlediniz mi? Sizin düşünceleriniz neler?

Bir sonraki incelememde görüşünceye dek hoşça kalın, sağlıcakla kalın…

Bu diziye puanım:10/10


Oyuncular

Park Seo-joon

Kim Da-mi

Kwon Nara

Park Bo-gum

Lee Joo-Young

Kim Dong-hee

Ahn Bo-hyun

Chris Lyon

Yoo Jae-myung

Kim Hye-eun

Da-wit Lee

Yoon Park

Ryu Kyung-soo

Son Hyun-joo

Seo Eun-soo

NC.A

Hong Seok-cheon

Yoon Kyung-ho

Ahn Sol-bin

Joon Hyuk Lee

Jeon No-min

Kim Yeo-jin

Won Hyun-joon

Choi Yu-ri

Hong Seo-joon

Kim ll’joong

Kim Ji-young

Han Ye-ji


Kuşların ve Yılanların Şarkısı | Kitap Yorumu


Hepinize selamlar! Bugün sizlere Suzanne Collins’in yazdığı “Kuşların ve Yılanların Şarkısı” kitabını inceleyeceğim. Açlık Oyunları üçlemesinin yan kitabı olarak çıkan bu 4. Kitap, Mayıs ayında 1. baskısıyla okurlarıyla buluştu. Hadi gelin hep beraber “Kuşların ve Yılanların Şarkısı” kitabını inceleyelim!

Ne anlatıyor

Coriolanus Snow, Onuncu Açlık Oyunları’na akıl hocası olarak atanacağını öğrendiğinde fazlasıyla sevinir. Snow soyadı oldukça soylu ve önemli bir soy isim olduğundan kendisine oldukça iyi bir haracın atanacağını düşünse de kendisine Lucy Gray Baird isimli 12. Mıntıka’nın kız haracı atanır. Snow, 12. Mıntıka haraçlarının ne kadar beceriksiz ve oyunların ilk 5 dakikasında olmalarına rağmen direkt öldüklerini bildiğinden durumun çaresizliği içinde ne yapacağını bilmiyordur. Gelecekteki hedefleri büyük olduğundan ve Snow soyadının tehlike altında bulunmasından dolayı ne olursa olsun Lucy Gray’i Açlık Oyunları’nın galibi yapmalıydı. Peki, bu o kadar kolay mıydı?

Benim düşüncelerim neler?

Kitap, içinden birçok anlam çıkarabileceğimiz harika cümlelerle doluydu. İnsanların yönetim altında nasıl ezildiği, kişiliklerini nasıl kaybettiklerini ve nelerden feragat ettiklerini gördüğümüz bu harika romanda insanların zaman ilerledikçe nasıl da kişiliklerinden eksilterek yaşamlarına ömür eklediklerini tüm gerçekçiliğiyle okuyoruz. Küçük çocukların daha kavrayacakları yaşta olmadıkları bir zamanda yaşanan savaş yüzünden nasıl da yaşamlarının ellerinden alındığını, geçim sıkıntılarını ve rütbeden dolayı kimseye karşı çıkamayan sinmiş, üzerinde baskı kurulmuş bir toplumun kendi içinde yaşayışının zorluklarını harika kelimeleriyle anlatan Suzanne Collins yine bir şaheser yaratmış. Başkan Snow’un yaşamını okumak aslında çok da bilmediğimiz bir pencereden bir anti kahramanın yaşamını okumaktı. Bu anti kahramanın kendi kitabında bir kahraman mı yoksa hiçbir şey değişmeden bir anti kahraman olmaya devam edip etmeyeceğini okudum, okuduk. Yaşamı zorluklarıyla ve insanları yönetimle birlikte ele alan Suzanne Collins bana kalırsa bu kitabında Açlık Oyunları ruhunu tekrardan yaşatmayı başarmıştı. 639 sayfalık bu kitapta Snow’un yanında onun yaşadıklarını görmek, olanlara şahit olmak benim için bir gururdu. Sadece Snow değil, aynı zamanda Açlık Oyunları’nın da değişimlerini bu kitapta okuyoruz. Arenanın eskiden nasıl olduğunu, eklenen değişimleri vb.

Oldukça kaliteli bir kurguydu. Yazarımızın, editörlerinin, yayınevinin ve kitapta emeği geçen herkesin ellerine sağlık. Siz “Kuşların ve Yılanların Şarkısı”nı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler? 

Umarım bu incelememden hoşnut kalmışsınızdır. Bir sonraki incelememde görüşünceye dek hoşça ve sağlıkla kalın!

Bu kitaba puanım: 9/10

Alıntılar

“Genç beyinler deneyim açısından eksikliklerini bazen idealizmleriyle kapatabilir.”

“Çok az şeyin değişmesi ne tuhaf. Tüm ölümlerden sonra. Ödediğimiz bedeli asla unutmayacağımıza dair acı dolu tüm sözlerden sonra.”

“İnsan kimdir? Çünkü nasıl insanlar olduğumuz, ihtiyaç duyduğumuz yönetim türünü belirliyor”

“Kanunlar ve bu kanunları uygulayacak bir düzen olmadığında, hayvanlardan farkımız kalmaz.”

“Herkes temiz doğar
Papatyalar gibi taze
Böyle kalmak kolay değildir
Dikenli çalılardan geçmekten
Ateşte yürümekten beterdir
Burası karanlık bir dünya
Burası korkutucu her an
Bazı darbeler aldığımdan
Şaşırtıcı değil temkinli olmam.”

“+Düşünürsen, insanların çoğunlukla korkunç olduklarını anlarsın.
-Aslında insanlar o kadar kötü değil. Onları dünya bu hale getiriyor.”

“Bence insanların özünde doğal bir iyilik var. Ama hayatta çizginin doğru 
tarafında kalman gereken anlarla karşılaşıyorsun.”

“Hayattan zenginlik, şöhret, güç elendikten sonra, geriye arzulayacak, peşinde koşacak ne kalırdı? Tek amaç hayatta kalmak mı olacaktı?”



3391 Kilometre | Kitap Yorumu


Hepinize selamlar. Bugün sizlere Beyza Alkoç’un kaleme aldığı “3391 Kilometre” isimli kitabını inceleyeceğim. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Şimdi sizlerin huzurunda incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

İzmir, hayatı boyunca asosyal ve yalnız kalmış bir kızdır. Babası asker olduğundan da hep taşınıp durmuşlardır ve bu durum da yalnızlığına yalnızlık katmıştır. Tumblr adlı platformda yazılar yayımlayan İzmir yine bir gün Tumblr’da gezinirken ilk defa mesaj kutusunun üzerinde beliren “1” rakamı ile kendisine mesaj geldiğini anlayıp heyecanlanır. Mesajı açar ama çok da umduğu gibi bir mesaj çıkmaz. Yine de konuşmaya devam eder karşısındaki gençle. Gencin ismi ise Ege’dir. İzmir, isimlerindeki uyumluluğu düşünse de çok önemsemez belki ama sonradan yavaş yavaş harlanmaya başlayan aşk kıvılcımlarından habersiz olduğu pek söylenemez…

Benim düşüncelerim neler?

Birçok yeri sırıtarak okudum. Bazı yerlerde ise gülücüklerimi armağan ettim cümlelere. Hoş bir romandı ama hoş olması eleştirilecek yanlarının olmadığını göstermiyor elbet. İzmir ve Ege’nin aşklarını onca mesafeye karşı yürütebilmeleri, yan yanaymış gibi davranmaları o kadar güzeldi ki… Ama bence aşkları biraz fazla üst düzeydi. Yani bu üst düzey aşk bana pek inandırıcı gelemedi. Gerçek hayatlarımızda bu kitaptaki gibi şaşalı aşklar görebileceğimizi sanmıyorum. Bundandır ki dediğim gibi pek inandırıcı gelemedi. 18 yaşındaki bir kızın yapamayacağı şeyler de bu inandırıcı gelmeyen şeylerden birkaç tanesiydi. Gerçi düşünmek gerekirse günümüzde de zaten internetten birileriyle tanışıp konuşmak pek güvenli değil. Özellikle de çok fazla bilinen sosyal ağlarda. Ama bu kitap yine de imkânsızlıklara göğüs geren iki genci anlattığı için memnun oldum. Bir de gereksiz küfür olayımız var yine. Her kitapta itinayla dikkat ettiğim bir şey varsa o da yazarımızın tüm erkek karakterlerinin ağzından gereksiz küfür çıkarışı. Bu bir yerden sonra fazlasıyla sıkıyor insanı, bayıyor.

İzmir ve Ege’nin aşkı bence daha naif bir aşk olabilirdi. Ya da naiflik yerine bu üst düzey aşkın miktarını biraz kısıp daha makul dereceye indirilebilirdi. Çünkü romanı okurken Leyla ve Mecnun’un aşkının bir parodisini mi yoksa bir genç yetişkin romanı mı okuduğumu anlayamadım.

Umarım bu incelemem sizin için faydalı olabilmiştir. Siz “3391 Kilometre” kitabını okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
Bir sonraki incelemede buluşuncaya dek hoşça kalın, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 5/10

Alıntılar

“Bir şövalye, aştığı dağların ardından atıyla ilerliyordu. Ta ki yedi dağ ötede gökyüzünden düşen bir yıldız görene kadar. Şöyle düşündü şövalye 
'Yıldızlar neden hiç dibime düşmez ey göklerin koruyucusu, söyle bana; güzel olan her şey uzakta mıdır?' "

“Kimse, hiçbir yeri geri dönmek üzere terk etmez.”

“İnsan her daim eve dönmek istiyor.”

“Söyle bana, kavuşmak dokunmadan olur mu? Her dokunan kavuşur mu?”

“İnsan, elindekileri tutabilen bir varlık değil maalesef.”

“+Belki bir gün biz de birer kahraman olabiliriz, değil mi?
-Birbirlerimizin ruhlarını kurtarırsak neden olmasın?”

“Kestirmesi olsa her yolun, anlamı kalır mı kavuşmanın?”

“Uzakta olan güzel olmasaydı bu kadar, bakar mıydı gözler bu kadar uzağa? İnsan öyle bir yaratılmış ki, gözleri en uzağı, gökyüzünü bile görüyor. Çünkü güzel olan uzak olandır, her daim ve daima…”

“Onunla konuşmaktan daha güzeldi belki de onunla susmak.”

“Onun sessizliği, yüz binlerce insanın cümlelerinden daha güzeldi.”

“Görmemek değildi katlanılamayan, yanında olamamak, yanı başında duramamaktı.”

“Unutma, herkes gittiğinde bile ruhun seninle kalacak… Senin en yakın arkadaşın, en daimi ailen sensin…”

“Hayalini kurmadığın her şey imkânsız olarak kalır.”

“Kendine sarılmış, yalnızlığını kendi kollarına sarılarak unutmak istemiş.”
“Çünkü mesafeler, aşılmak içindir…”

“Siyah beyazız ikimiz, sarılınca renkleneceğiz.”

“İnsanın aşkı kaybettiği her şeyin yansımasıymış aslında. İnsanın yâri annesiymiş, babasıymış, kardeşi, çocuğuymuş. İnsan bunu bilir, hisseder öyle ararmış aşkını yıllarca dağ bayır durmadan. Aşkta insan kaybettiklerini bulurmuş.”

“Ölü ruhlar, canlı ruhları da öldürür.”

“Karanlık ondan korkmayıp içine daldığında ışığını veriyor geri.”

“Bana yaşadığın şehrin kapılarını aç, başka şehirleri özleyelim orada seninle. Bu evler, bu sokaklar, bu meydanlar, ikimize yetmez.”

“ ‘Aşk nelere kadir?’ demiş kendi kendine, ‘Bir zamanların duasını şimdi bedduasına çeviriyor…’ “

“İnsanlar insanlarla kalabalıklarını bile paylaşamazken biz seninle yalnızlığımızı paylaştık.”

“+Bir yeri, içindeki insanlar güzelleştirir.
-Peki bir yeri içindeki anılar da güzelleştirmez mi?”

“Çünkü yol bizim onun sonun ulaşabilmek için yaptığımız her şeye şahit, yollar bizim üstlerinden geçerken çektiğimiz acılara, döktüğümüz gözyaşlarına şahit. Varsın ulaşamasın ayaklarımız o yolun sonuna. O yollarda düşmek bile güzel…”

“İnsan sadece karanlıkta kaldığında kendini görebiliyor. İnsan sadece karanlıkta kaldığı zaman kendisiyle tanışıyor.”

“İnsanın en büyük çaresizliği kendi kendini teselli etmek zorunda kaldığı andır.”

“Ve iki kişi bazen dünyanın en kalabalık topluluğuymuş.”

“Korkarak tuttuğum her şey avuçlarımın içinde ölür.”



Son Yıldız Sönene Kadar | Kitap Yorumu


Hepinize selamlar! Bugün size T.Y. Mazer yani Tuğba Yılmazer isimli yazarımızın yazdığı “Son Yıldız Sönene Kadar” kitabını inceleyeceğim. Sizi çok bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Lavin, arkadaşları Hande ve Ayla ile çıktığı yurtdışı gezisinde oldukça yorucu bir günün ardından bir şeyler yemek üzere geçtikleri bir restoranda oldukça alımlı bir genç ile karşılaşır. Her ne kadar sadece uzaktan bakışsalar da Lavin kendisine bakan bu yeşil gözlerden kaçışının olmadığını er ya da geç anlayacaktır. 

Lavin ve arkadaşları geziye devam ederlerken, Lavin bir anda arkadaşlarını yanında bulamaz ve müzenin kapanış saatinde sadece kendisi ve bir anda arkasını dönmesi sonucu göreceği o restorandaki alımlı bey ile müzede kalmıştır. Bu yeşil gözlü beyefendinin ismi ise Manno’dur. Birbirleriyle konuşmaya başladıklarında o gün bilmese de Lavin aslında aşkın kapılarını çoktan aralamıştır.

Benim düşüncelerim neler?

Bana kalırsa olay örgüsü çok hızlı ilerliyordu. Daha iki bölüm okumama rağmen direkt Lavin’in ve karşısındaki yeşil gözlü gencimiz olan Manno’nun aşka yelken açması bana biraz saçma geldi. İlk görüşte aşka inanmadığım gibi bir günde de aşk yaşanabileceğine olan inancım yüzde sıfır. Aynı zamanda roman tüm aşk hikâyelerinde olan klasik şeyleri barındırıyordu. Öyle ki bu yaz sıcağında kitabı okurken fazlasıyla bunaldım. Abartıya kaçılmış bir kurguydu bana kalırsa.  Sanırım bu kitap hakkında en çok sevdiğim şey kapak tasarımındaki renklerin uyumu oldu. Her yazar gibi bu kitabın yazarının da kitabı için elinden geleni yaptığını ve emek verdiğinin pekâlâ farkındayım. Ama bence cümlelere yüklenen abartılı aşk temasından dolayı okurlar bu kitabı okurken bunalıyorlar. Elbette bunlar benim düşüncelerim herkes farklı düşünebilir.

Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Siz “Son Yıldız Sönene Kadar”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

Kendinize çok iyi bakmanız ve sevgiyle kalmanız dileğiyle…

Bu kitaba puanım: 4/10

Alıntılar

“Aşk, cevabı bulunması gereken en önemli soru değil de neydi?”

“Zaten aydınlık olan bir ruhu, karanlıktan çıkarmak için ne gerekirdi?”

“Yaraların hala açıktı. Zaman zaman kanıyordu. Ancak yaşıyordum.”

“Kelimeler sihirliydi ve bu sihri kendimi iyileştirmek için kullanacak olmam, pek de bencilce gelmiyordu.”




7 Temmuz 2020 Salı

Hekate’nin Kızları Vhartlox Cadı Akademisi | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar! Bugün sizlere yaklaşık 4 ya da 5 gün önce bitirdiğim ama yazmaya müsait bir durumda olmadığımdan yazamadığım bir kitabın incelemesini yapacağım. Ekin S. Koch’un, yani Ekin Şiar Baloğulu’nun, yazdığı “Hekate’nin Kızları” kitabını inceleyeceğim. Vhartlox Cadı Akademisi serisinin ilk kitabı olan “Hekate’nin Kızları” kitabının derinliklerine hadi hep beraber dalalım!

Ne anlatıyor?

Erin Handerson, kendi yaşıtları gibi cadılara ve büyüye fazlasıyla meraklıdır. Okuduğu kitaplardaki büyülü dünyalara kendini fazlasıyla kaptıran Erin, bir gün büyünün kendisini bulacağından habersiz bir şekilde yaşamına devam ederken karşısına çıkan büyülü bir taş olan Ejderin Kalbi ile karşılaşması üzerine olayların gidişatı karmaşık bir hal alır. Erin kendisini hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu çünkü hep hayalini kurduğu cadılık gerçek oluyordu. Peki Erin gerçekten de umduğunu bulabilecek miydi?

Benim düşüncelerim neler?

İlk başta kitabı pek akıcı bulamasam da kitabın ortalarından sonra olaya daha çok mitolojik ve büyüyle ilgili olayların girmesi üzerine kitap fazlasıyla güzelleşti. Kurgu başarılıydı ve işlenişi bir ilk kitaba göre oldukça iyi ve profesyonelceydi. Kapak tasarımına söyleyecek hiçbir şey yok. O kadar kaliteli ve şık tasarlanmış ki ister istemez kitabın kurgusundan efsanevi şeyler çıkacağı hissine kapılıyoruz. Onun dışında yazarımız bu büyülü dünyaya kendi alfabesini de armağan etmiş. Pek de emek verilmiş bu alfabeye. Kitabın içinde Ekin Şiar Baloğlu’nun kendi illüstrasyonları da bulunmakta. Kendisinin bu işin eri olduğunu söyleyebilirim.

Erin Handerson’ın kendine özgü karakteri ve mitolojik varlıklarla bezenmiş bu kurguyu okumadan geçmeyin derim. Her bir sayfa, her bir cümlesinden emek akıyor doğrusu. Ekin Şiar Baloğlu’nu ilk kitabında edindiği bu üstün başarıdan dolayı tebrik ediyor, başarılarının daimi olmasını diliyorum.

Umuyorum ki serinin devam kitaplarında daha çok efsanevi ve mitolojik olaylar barındırır. Bir de son olarak bir şeyi eleştirecek olursam o da yabancı kelime kullanımı olurdu. Yabancı kökenli kelime kullanımı yerine Türkçelerinin kullanılmasının kitabın kalitesini daha da artıracağını düşünüyorum. Onun dışında gayet başarılı bir eserdi. Aynı zamanda teşekkür bölümüne değinmek istiyorum. Ailesindeki kadınları esin kaynağı olarak görüp kadınlara özgü bir dünya yaratmayı amaç gütmüş olan yazarımızın bu davranışından çok etkilendim. Böyle düşünmesi çok hoşuma gitti. Böyle bireylerin kitap çıkarttığını görmek beni fazlasıyla memnun etti.

Umarım bu incelememden hoşnut kalmışsınızdır. Siz “Hekate’nin Kızları”nı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

Kendinize iyi bakmanızı ve sağlıcakla kalmanızı diliyor, sevgilerimi gönderiyorum…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Burada kimse birini sevgi ve aşk kadar masum bir duygu için yargılamaz. Rahatsız da olmaz. Siz insanların, dünyanızda kurduğunuz çoğu sosyal norm bizde işlemez. Hayata dümdüz bakmak sonsuz boyutu görebilenler için fazla ilkel ve üzgünüm ama acınasıdır.”

“Hayal edebilmenin öğretilmesi içler acısı bir durumdu. Çünkü bu yaşa kadar kimsenin böyle doğal ve bir o kadar da kolay bir şeyin eğitimini vermediğini, aksine hayal etmemizi de engellediklerini yüzüme çarpıyordu. Gerçek hayat, önümüze vurulan ketler ve bu ketleri vurmayı kendine görev edinmiş sığ insanlarla doluydu.”

“Farklılıkların seni zayıf düşürmez, öne çıkarır.”

“Bazen zaman değişir. Ama akıl hiç değişmez.”

“Hem insan evladının yazgısı bu. Bir şeyleri satarak ve alarak var olabiliyorlar. Satıldığımız topraklar bile zamanında başkasının sattığı topraklardı.”

“Birini dış görünüşüyle yaralamaya çalışmak, olabilecek en aciz şey.”
“Yalan böyle bir şeydi işte. İşin içine nerede karışırsa karışsın sonuçta elinde yine yalan kalırdı.”

“Ailesinin üstünde kurduğu baskı, zamanla kendi mükemmeliyet takıntısına dönüşmüş olmalıydı. Bu modern dünyada ebeveynlerin kendi yapamadıklarını çocukları üzerinden yapmaya çalışıp yarışmasıyla sık sık ortaya çıkan bir takıntıydı. Hastalıklı bir hırs, nesilden nesle aktarılıyordu böylelikle.”

“Yanlış mı? Yanlış nedir ki? Kimin doğrusunu esas alır?”

“İnsan evladının hep aç olduğunu söylüyorum. Neye, niçin olduğunu bilmedikleri; doyurmanın asla mümkün olmadığı bir açgözlülük bu.”

“Çünkü biçareyken kabullenmekten başka şansın yoktur. Bir çıkış yolu yokken özgürlüğü düşleyemezsin.”

“Dikenlerden ve katrandan oluşsa da hayaller yine hayaldi. Kimse onların kırıklığıyla uğraşmak zorunda değildi.”

“Susmamak, boyun eğmemek beni kötü mü yapardı? Başkalarının kötülüğüyle kirletir miydi beni?”

“Başkalarının kötülüğüyle kirleniyorum.”

“Hiçbir hikâye sözde durduğu kadar basit değildir.”

“Panik zehirli bir maddeydi. Bedeni uca sürüklerdi ve seni oradan aşağı bırakmasına bile gerek kalmazdı.”

“Benlik, kolayca etkilenebilen bir olguydu.”

“Bilgi öldürülemeyecek sayısız şeyden biriydi.”

“Siyah ve beyazı tenin, ırkın rengi yaptılar aslında mevzubahis kahvenin tonları olsa da. Gözlerde mavi ve yeşile renkli dediler sadece. Damgalar bastı insanlar renklere. Siyah ve beyazın olmadığı bir dünyaya keskin sınırlar çizdiler, bayrak yaptılar onlardan. Renklerin ahengini anlayamayanlar basitleştirdi ve aynı zamanda çıkmaza sürdü her şeyi. Herkesin kanı kızıl akarken renklerden bir ağ ördüler insanlığa, ön yargıya koca bir taht hazırladılar.”