Light Pink Pointer

28 Kasım 2021 Pazar

Salgın | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Ling Ma’nın yazdığı “Salgın" isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Shen Humması denilen hastalık ilk başta çok ciddiye alınmasa da zamanla büyük bir salgına dönüşür. Bu salgın öyle bir düzeye gelir ki insanlar yaşadıkları şehirlerden toplu olarak ayrılmaya başlar, şehirlerini boşaltırlar.

Şehirde kalan bir avuç insandan sadece biri olan Candace Chen, kendisi gibi hayatta kalanlardan oluşan bir gruba katılır. Bu grubun başı sayılan Bob’un emirlerine uyarak hayatta kalmaya çalışırlar. Peki, bu mümkün müdür? Bir avuç insan, kendilerinin ilahi bir güç sayesinde ölmediklerini ve kutsal olduklarını savunan bir adamın emirleri altında ne kadar kalabileceklerdir? Ya da bu emirlerin ne gibi bir yararı vardır?

Benim düşüncelerim neler?


Kitabı ilk aldığımda sadece salgın sürecini anlatan bir felaket sonrası kitabı olduğunu düşünmüştüm. Ama hiç de öyle değilmiş.

Kitap Candace’ın salgın öncesi hayatı ile şu anki zamanı konu alıyor. Bir yandan önceki yaşamını bir yandan da şimdi yaşadıklarını okuduğumuz ana karakterin yaşadıklarını ve düşüncelerini okumak çok zevkliydi.

Candace’ın salgından önceki hayatını incelediğimizde aslında alttan altta verilen mesajları çok net bir şekilde anlayabiliyoruz. İnsanların nasıl sürekli rutinlerine kendilerini kaptırdıklarını, şehirleşmenin insan üzerindeki etkisini ve iş hayatının acımasızlığını gözler önüne seriyor adeta.

Candace, anne ve babasının ölümünden sonra yalnız kalıyor. Kendisini işine kaptırıyor ve adeta bir işkolik oluyor.

Salgın sürecinde yavaş yavaş herkes işi bırakırken Candace bu süreçte bile işe gelip rutinine bağlı kalıyor, sözleşmesinin bitmesini ve alacağı parayı düşünüyordur.

Yavaş yavaş herkes şehri terk ederken Candace rutininin kısır döngüsünde kendini kaybediyor ve bu kadar göz önünde olan salgının sonuçlarını bile çok sonrasında fark ediyor.

Karakterin psikolojisinin çok iyi yansıtıldığını düşünüyorum. Yaşadığı bunalımı ve üstüne çöken bu şehrin boğuk havasından bunalışını iliklerimize kadar hissediyor ve kendisine katılmadan edemiyoruz.

Felaket sonrası bir kitaptan çok size sistemi ve rutini sorgulatacak bir eser. Elbette salgın sonrasını da konu ediniyor ama ağırlıklı olarak bahsettiğim konular üzerinden ilerliyor kurgu.

Siz “Salgın” isimli kitabı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Mutlu olmak zorunda oldukları için mutlular. Ellerinden başka bir şey gelmiyor.”

“Tanınmamak, başkalarının ona dair bilgilerinin esiri olmamak istemişti. Özgürlük buydu.”

“Eğleniyordum ama soyutlanmış bir eğlenceydi. İçinde yalnızdım.”

“Ben insanların geleceğe adım atmadan önce geçmişleriyle yüzleşmeleri gerektiğine yürekten inanırım.”

“Hatırlamak büyük bunalım, insanın ruhunu ezen bir keder olurdu. Geçmiş bir kara delik, şimdinin içinde yara gibi açılmış, çok yaklaşırsan içeri çekiyor. Durmayalım, düşeriz.”

“Komşunun kliması, sokaktaki arabaların basları. Hepsi ağız birliği etmişçesine aynı şeyi söylüyor: Yalnızsın. Yalnızsın. Yalnızsın. Yapayalnızsın, tek başınasın.”

“Bir kurumda veya kuruluşta çalışan bir bireysen, dedi, sistem senin aleyhine işler. Büyük olan taraf hep kazanır. Seni göremez ama seni ezebilir.”

“Yer çekimi gibi bir şeydi, adeta bir korku, bir karın ağrısıydı beni ona doğru çeken.”

“Her sistemin sorunu vardır, demişti. Ama vatandaşlara ifade özgürlüğü, toplanma özgürlüğü tanıyan devletler, onlara saygı göstermiş olur.”

“İkinci şans demek, sıfırdan başladınız demek değildir. Bir bakıma daha zordur ikinci şans. Çünkü insan ikinci şansında daha çok çalışmalıdır. Bilmezliğin iyimserliğinden sıyrılıp tüm güçlükleri göğüslemelidir.”

“Nereye gidersen git, dünyanın gerçeklerinden kaçamıyorsun.”

“HAYAT NE UĞRUNA YAŞADIĞINI BİLMEKTİR.”

“O kadar zamandır kimsesizim ki asla yetinemeyeceğim bir şeyleri bulmak için dolaşmaktan yoruldum.”

 

12 Kasım 2021 Cuma

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Victor Hugo’nun yazdığı “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

İşlediği suç yüzünden idam edileceği kesin olan bir adamın duygu ve düşüncelerini konu ediniyor, idam edilene kadarki geçen sürede hissettiklerine ve aklından geçen eski günlere tanık oluyoruz.

Benim düşüncelerim neler?
Bir idam mahkûmunun toplum tarafından nasıl da bir insan olarak değer kaybettiğini okuyoruz kitap boyunca aslında. İnsanlar mahkûmu artık bir birey olarak görmüyor, onun da duygu ve düşüncelerinin olabileceğine
inanmıyorlar.

Kitabın başında geçen diyaloglardan da insanların bir mahkûmun hissettiklerinden nasıl iğrendiklerini görüyoruz zaten. Bu da bize aslında toplumun gözünde bir kere düştük mü, onların doğrularından bir kere şaştık mı nasıl da yok sayıldığımızı kanıtlıyor. “Cani” olarak nitelendirilen birinin kişisel bir yaşamı olabileceğine, çocukları ve bakması gereken bir ailesi olabileceğine inanmıyorlar.

Belki de Victor Hugo’nun ana karaktere bir isim vermemesinin bir sebebi de budur. İsimlerimiz bizim kim olduğumuzu tanımlar, bizi bir birey yapar. Oysa idam mahkûmunun ismine rastlamıyoruz. Bu da aslında nasıl yok sayıldığını, nasıl bir insan olarak görülmediğini iyice hissettiriyor bizlere. O bir birey değil.  O sadece yok olmaya mahkûm iğrenç bir yaratık. Bize dayatılan düşünce bu şekilde.

Bir insanın ölecek olmasını kimse önemsemiyor. Tam tersi toplum o kadar kana susamış ki mahkûmun öleceği günü iple çekiyor, ona hakaretler ediyor ve kendi hallerine şükrediyorlar.

Kitapta işlenen cinayetten çok mahkûmun duygularını ve düşüncelerini okuyoruz. Böylesi belki de her açıdan daha iyidir. Bir insanın yaptıklarından çok bazen duygularına dikkat etmek gerekir diye düşünüyorum. Bana kalırsa okurlarına farklı bir bakış açısı yakalatmaya başarıyor “Bir İdam Mahkûmunun Son Günü”.

Herkesin okuması gereken güzel bir kitap olduğunu düşünüyorum. Beğenerek ve zevkle okudum.

Bu kitaba puanım: 8/10

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın.

Alıntılar

“Herkes tarafından bu şekilde yüzüstü bırakılmışken içimde hissettiğim şiddetli ve bilinmeyen sarsıntıları neden kendi kendime anlatmayı denemeyeceğim ki?”

“Hasta değilim! Gerçekten de gencim, güçlü ve sağlıklıyım. Damarlarımdaki kan özgürce akıyor, kaslarım her istediğimi yerine getiriyor, uzun bir hayat için yaratılmış bedenim ve zihnim sağlıklı; evet, bütün bunlar doğru, yine de bir hastalığım, hem de insanların kendi elleriyle bulaştırdıkları ölümcül bir hastalığım var.”

“Kendi kendime bütün insanların beni terk ettiğini, bir tek onun yanımda olduğunu söyledim.”

“O zaman tepeden tırnağa titrerken beni götürüp kollarının arasına, dizlerinin dibine atsınlar, o ağlasın, birlikte ağlayalım, sözleri beni teselli etsin, yüreğim onun göğsünde sakinleşsin ve o benim ruhumu kavrarken ben onun Tanrı'sına kavuşayım.”

“İnsan içinde bulunduğu umutsuz koşullarda bazen bir zinciri bir saç teliyle koparabileceğini sanır.”

“-Hiç konuşmuyorsun, kederli bir halin var, dedi annem.

Oysa yüreğimde cenneti taşıyordum.”

“Ve yine sefil yasalar ve sefil insanlar, ben kötü biri değildim!”

“Demek yaşamak istediğim tek yer olan o hafızadan şimdiden silindim!”

“Ne yazık! Dünyada sadece tek bir varlığı sevmek, onu bütün kalbiyle sevmek ve karşınızda durup size bakar, cevap verir, konuşurken, sizi tanımadığını fark etmek! Sadece onun tesellisine ihtiyaç duymak ve bunu yapması gerektiğinden habersiz olan tek kişi olduğunu anlamak!”

 

9 Kasım 2021 Salı

Yenik Düşme Zamana | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Halis Karabenli’nin yazdığı “Yenik Düşme Zamana” isimli kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden memnun kalırsınız.

Ne anlatıyor/Benim düşüncelerim neler?
Bir sürü kısa öykülerden oluşan bir kitap “Yenik Düşme Zamana”. Aşkı, hayatı ve insanları sorgulayan; kendini bulmaya çalışan insanların öykülerinden oluşuyor.

Öncelikle kitap kapağına değinmek istiyorum.

Bunu söylemek istemezdim, belki söyleyeceğim şeyler de size hiç güzel
gelmeyecek ama burada düşüncelerimi söylemek durumundayım. Kitap kapağı tasarımı Milli Eğitim Bakanlığının din kitaplarının kapağı gibi olmuş. Keşke sade ama daha düzgün bir şey yapsalarmış. Bana kalırsa böyle güzel durmuyor. Bundan ötürü kitabın kapağını çok beğenemedim.

Kitabın ilk sayfalarını okuduğumda sıradan gittiğini düşünmüştüm. Ama ilerleyen sayfalarda kurulan cümlelerin zoraki konulmuş gibi bir havası olduğunu sezinledim. Sanki kelimeler özellikle sırf süslü ve uzun olması için kurulmuş gibiydi. Bu da okuma isteğimi köreltti açıkçası.

Altını çizdiğim ve beğendiğim birçok alıntı olsa da maalesef birçok cümlenin süslü cümle kurma kaygısıyla kurulduğunu düşünüyorum. Onun dışında kitaptaki öykülerin birçoğunun benzer olması da bana kalırsa bir yerden sonra okuru sıkıyor.

Aklınıza okuyacak herhangi bir kitap gelmiyorsa ve sırf zaman geçsin diye herhangi bir kitap okumak isterseniz bu kitabı tercih edebilirsiniz. Ama genel olarak benim çok da beğendiğim bir kitap olmadı. Yine de dediğim gibi kafa dağıtmak için okunabilir.

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Yenik Düşme Zamana” isimli kitabı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 4/10

Alıntılar

“Gerçekler de kangrene benziyordu. Aslında hayattaki her şey biraz böyleydi: Var olma imkânı bulan her şey, bu fırsatı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Bir hastalık başladığı zaman hastayı tüketene kadar durmuyordu. Yalanlar da öyleydi, insanlar da...”

“Birine güvenmek istedi sadece. İnsan, elbette tek başına hayatını devam ettirebiliyordu ancak önemli olan yaşadığı hayatı biriyle paylaşmak ve paylaştığı insanın da ona ayrıca yük getirmemesiydi. Yoksa ne anlamı vardı biriyle beraber yaşamanın?”

“Aramızda bir veda olmalı mı, bunu da bilmiyorum? Çünkü vedalar da birbirini tanıyan insanlar arasında yapılmalıydı.”

“Niye ama niye bu kadar iyi davrandın bana? Niye her şeyi yüzüme vurmadın? Niye kendimi kandırmama izin verdin?”

“Bahar geldiği zaman tazelenen umutlarımız birbirimizle alakalı değildi.”

“Göründüğüm kadar olmadığımı anladığımdan beri, kendi içimin yabancısıyım. Bir yabancı ile uyuyorum. Bir yabancı ile yürüyor, yemek yiyor, çalışıyor, susuyor, konuşuyor, seviyor ve onunla kavga ediyorum. Fakat asla bu yabancı ile birbirimizi aynılaştırmaya çalışmıyoruz; aksine, ikimize de heyecan ve yaşama isteği katan bu farklılıkların bizi bir arada tuttuğunu, birçok şeyi kaybederek de olsa öğrendik. Birine sarılmanın kıymetini örneğin. Birini hayranlıkla izlemeyi... Acı çekmenin utanılacak bir şey olmadığını... Fark edilmemek ve saklandığımız derinliğin kirlenmesini önlemek adına da kimi zaman yüzeye çıkıyoruz böyle işte. Buna bir çeşit soluk almak da diyebiliriz aslında; çünkü öyle yapmasak, varlığımızı yokluğumuz sayesinde insanların keşfedeceğini biliyoruz. Bunun olmasını kesinlikle istemiyoruz. Bir insanın varlığının bilinmesi için yokluğunu tatmanın veya bunu yalancı bir meraklanmanın ortağı etmenin ne anlamı var?”

“Bizi bütünleştiren şeyler, aynı zamanda parçalar da. Bu kırgınlığım ve yorgunluğum bunun için; anlaşılmadım...

Göğüm çatladı, gene de çiçek ekmeye çalıştım o çatlağa...”

“Asıl yorucu olan şey ise, bir insanın kalben ve ruhen büsbütün sana ait olduğunu sanma yanlışından döndüğün zaman ortaya çıkıyor. Yaşanmış ve yaşanacak şeylerin artık ortada olmadığını fark ettiğinde ne büyük bir kaybın tam merkezinde kaldığını daha iyi öğreniyorsun.”

“Ben, eski ben miyim? Ondan vazgeçmeyi asla aklına getirmeyen, bir an bile yanımda olmasa nefes almakta güçlük çeken, aynı adam mıyım? Ya o, aynı kadın mı? Savaşmak yerine hemen gitmeyi tercih eden, ben olmadan da hayatına devam edebilmeyi kendine hiç sorun etmeyen, üzüntüsünü  ve sevincini gizlemeyi becerebilen, hala uzak olduğum ve dokunamadığım, iç dünyasının büyüklüğü ile övünen aynı kadın mıydı? Yine gider miydi ardında bile bakmadan? Korkuyordum. Ona dokunurken de konuşurken de gözlerine bakarken de korkuyordum.”

“Tüm kalbimle inanmak istiyorum sana. Tüm varlığımla yanında olmak istiyorum.”

“Özlemiyorum artık onu. Bana yaşattıklarını hazmedemiyorum sadece.”

“Asla yapmam dediğim şeyleri yaptım. Asla affetmeyeceğim dediğim insanları affettim. Bunu sineye çekemem, bu kadarı da fazla dediğim şeyi bağrıma bastım gene. Bu da olursa artık yaşayamam dediğim şeyi hayretler içinde yaşadım ve yaşamaya devam ettim. Her şeye alışan, unutan, dolmak bilmeyen bir kuyudan farklı değilmiş insan.”

“Herkesin her şeyi olabilirdim fakat kendimin hiçbir şeyiydim. Kalbim ağırlıklarla doluydu lakin ağlayamıyordum.”

“Farklıyız onlardan. Bu yüzden birbirimize bu kadar yakınız işte.”

“Varlığının, beni iyileştirici bir gücü olduğunu hissediyorum.”

“Çünkü bazı şeylere dikkat etmek ve hep birilerini iyileştirmek için çaba sarf ettim bütün ömrüm boyunca. Sonrası ise tam bir felaket! İyileşen gitti. Yara alıp döndüler, yine iyileştirdim ve yine gittiler. Böyle devam etti bu. En dip ve en yukarı arasındaki mesafede gidip geldim her zaman. Kimseye hissettirmeden hem de. Fakat bu düşüşler ve çıkışlar çok yaktı canımı.”

“Karşındaki umursamıyorsa ne yaparsan yap kıymeti olmuyor. Aslında en başından beri farkındaydım; başkalarının "olmasa da olur" dediği şey onlar için dünyayı yerinden oynatmıyordu ama eksikliği benim dünyamı yok etmeye yetiyordu.”

“Hiçbir şey bitimsiz değil. Hiçbir şeye sahip olamazsınız sahiden. Kimse, kimseye ait değildir. Annem, babam, arkadaşlarım, elim ayağım, saçlarım ve sen... En çok da sen bana ait değilmişsin mesela.”

“Sanırım söylemek isteyip de sustuğum şeyler için pişman olacağım her zaman. Kabul etmem gereken şeyleri kabul etmediğim ve kabul etmemem gereken şeyleri kabul ettiğim için de pişman olacağım. İçime attıklarım da beni çürütmeye devam edecek. Kendi içimi yeniden yapmaktan usandım.”

“Biliyor muydun; yaşayamadığımız her şey insanlara benziyor git gide!”

“Ama keşke hiç değişmeseydim ve kendim gibi kalabilseydim. Çünkü sen hariç, verdiğim kararların hiçbirinde tereddüt etmemiştim.”

“Hem artık her şeyi düşünmekten bıktım! Yaşamı kendi haline bırakmak varken, her zaman olaylara müdahil oldum. Gücümün yetmeyeceği şeyleri değiştirmeye çalıştım. Kendimi de herkesi de yormuş oldum böylece.”

“Ne sevgimiz ne yaşadıklarımız ne de bundan sonra yaşayacaklarımız hiçbir şeyi onaramayacaktı çünkü. Güçsüzdüm. Güçsüzdün. Yıpranmıştık. Acıyordu canımız. Acıtmaya devam ediyorduk üstelik. Gene de hata değildi hiçbir şey... Çünkü sahiden sevdim seni. Kusursuz değildi ama çok sevdim.”

“Eskisi gibi değildi hiçbir şey ve ben eskinin bu kadar özleneceğini hiç bilmezdim.”

“Sevgilim; bu yorgun bedenimin, ruhumun enkazı olduğunu anlatıyorum sana... Usta bir katilin saksıya diktiği çiçeğin utangaçlığı var üstümde. Kırılan taşın uğultusuna kabart kulaklarını; dinle, vazgeç seni benden çıkarmaya çalışmaktan.”

“Değişmem ben. Değişirim sandım ama yapamadım. İsterseniz bir kusur olarak görün bunu benim için. Bu yüzden kimseden özür de dilemeyeceğim. Kendim olamazsam berbat ediyorum çünkü her şeyi. Öfkelenmeyen, ne olursa olsun aldırmayan insanların arasına katılmayacağım. Kızgınsam yine yıkacağım her şeyi. Küseceğim. Çocuk gibi davranacağım. Özlediysem, özledim diyeceğim. Seviyorsam, saklamayacağım bunu. Huzursuzsam, belli edeceğim. Susmayacağım. Önem verdiklerim için savaşacağım yine. Sonunda emeğim boşa gitse dahi ve üzülmek pahasına yapacağım bunu. Çok beklettin diyeceğim beklediğim zaman. Kahretsin ki zaman bizi dinlemiyor, anlamıyor musun beni diye bağıracağım. Ama değişmeyeceğim hiçbir zaman. Ben buyum çünkü. Başka türlüsünü yapamadım. Başka türlüsünü yapmak hep kaybetmeme neden oldu.”

“Yaralarım görünecek diye korkmuyorum artık. İyice bakın; bu yollardan geçtim ben... Kızdım, kırdım, bağırdım, parçaladım ama en çok da sevdim. Bu yaralar evim benim. Asıl, onlar olmazsa yaşayamam.”

“Ama geçti. Iskalandım yine, yok sayıldım, itildim, yalnız bırakıldım, hiçe saydım onurumu; fakat acımı yahut öfkemi hatta biriken bu kinimi bile sana vermeyeceğim bundan böyle. Iskalanacak, yok sayılacaksın, itileceksin, yalnız bırakılacaksın ve onurunun dirhem değeri olmayacak benim gözümde.”

“Ah! İnkâr değil. Tek bir gerçeğin acımasız sorusuyla, cebelleşmekten yoruldum artık. Sahi; "Ne verdiydin bana yalnızlıktan başka?”

“Çünkü umut ederek büyüttüm hep seni. Çünkü mukayyet olduğum her şeyi dağıttın sen başkalarına. Çünkü ilk defa boşuna geçmiş diyorum onca zaman. Boşuna geçmiş...”

“Korkmuştum belki de. Birine bu kadar ait olmak ve geleceğimde onun hayatımın neresinde olacağını bilememek yormuştur beni. Ya da bunlar sadece saçmalıktan ibaretti.”

 

7 Kasım 2021 Pazar

Orion | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Youtube’da kitap incelemeleri yapan ve günlük hayatını bizlerle paylaşan Almina Taner’in yeni çıkan kitabı “Orion”u inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Almina Taner kim diye merak edenleriniz olursa buraya tıklayarak Youtube kanalına ulaşabilirsiniz. O zaman sizleri daha fazla bekletmeden incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Alnilam, yakın arkadaşları Capella ve Polaris ile oldukça mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmektedir. Kendisine ev görevi gören küçük çatı katı, her sabah yediği sandviçler ve çalıştığı oyuncakçı dükkânıyla sıradan bir yaşama sahiptir. 

Skyera, yani Alnilam ve arkadaşlarının yaşadığı gezegen, oldukça farklı bir yerdir. Burada insanlar hasta olmuyor, en kötü sadece hapşırıyor ya da öksürüyorlardı. Aynı zamanda burada insanlar ölmüyordu. Gölgeye dönüşüyorlardı.

Gölgeye dönüşen insanlar onları tanıyan ve değer veren insanların hafızalarından siliniyor, yaşanan anılarla beraber Gölgeler Diyarının yolunu tutuyorlardı.

Günün birinde Alnilam’ın yakın arkadaşı ve Capella’nın ikizi olan Polaris’in gölgeye dönüşmesi üzerine olaylar iyice karışır. Polaris’i geri getirmeye, onun nereye nasıl ve ne için gittiğini çözmeye çalışırken gölgeler hakkında çok daha farklı ve gizemli bilgilere ulaşan Alnilam ve Capella; aslında tüm Skyera’yı ilgilendiren bir gizem perdesini aralamaya çalıştıklarının farkında değildirler.

Duygularının sesine de kulaklarını kapatamayan Alnilam; Alphard denilen, ruhunun içerisinde büyük bir teessür barındıran bu gence kalbini kaptırırken aynı zamanda birçok gizemi çözmeye çalışıyor, zamana karşı yarışıyordur.

Bir gün arkanızda bıraktığınız tüm şeylerle beraber unutulacağınızı bilmenize rağmen yine de sever, yine de savaşır mıydınız?

Benim düşüncelerim neler?

Almina Taner’i zamanında birkaç kitap incelemesi videosuna denk gelerek tanımıştım. Son zamanlarda çok fazla takip edemesem de arada birkaç videosuna denk geliyordum.

Ana sayfamda kitabının çıktığına dair attığı videoyu görünce ise ister istemez adına çok mutlu oldum. Bir şeyler yazdığını biliyordum ama kendisini çok fazla takip edemiyordum. Tamamen aklımdan çıkmıştı. Daha sonra bu videosu karşıma çıkınca gerçekten çok farklı hissettim.

Direkt olarak kitabı internetten istetip incelemek istedim. Bundan dolayı da geldiği gibi hemen okuduğum kitabı bırakıp yerine “Orion”u okumaya başladım.

İlk başlarda biraz süslü cümle kurma kaygısı güdüldüğünü hissettim. Ama kitabı okudukça bu durumun yerini gerçekten yerinde kurulan süslü cümlelere bıraktığını gördüm. Birçok altını çizdiğim ve beğendiğim cümleler oldu kitap boyunca. Gerçekten cümlelerin kuruluşu ve içlerinde barındırdıkları anlamlar okura güzel bir şekilde yansıtılmıştı.

Biraz da karakterlere ve kurguya değinelim. Bir ilk kitaba göre gerçekten kaliteli bir kurgu işlenmişti. Açıkçası “Bunu nasıl düşünmüş ya.” Dediğim yerler oldu. Nasıl aklına geldiği ya da neden etkilenerek yazdığını bilmiyorum ama gerçekten kurgu konusunda kaliteli bir iş çıkarmış. Yaratılan dünya oldukça güzel ve okuru içine çekmeyi başarıyor.

Altan alta verilen “Birini unutmak mı yoksa ölümünün arkasında bıraktığı anılara tutunarak mı yaşamak” mesajı okuru kitap boyunca düşündürüyor ve empati kurmasını sağlıyor. “Ya ben de sevdiklerimi unutmak durumunda kalsaydım? O zaman tepkim ne olurdu? Ne yapardım?” gibisinden kendimizle münakaşaya giriyor ve kitabı da bu soruların yarattığı bir zevkle okuyoruz.

Bana kalırsa kitapta ölenlerin gölgeye dönüşmesinin altında da güzel bir anlam yatıyor. Gölgeler kitaptaki karakterlerin peşini bırakmıyor ve yarattıkları teessürle sürekli olarak karakterlerimizi onlardan kaçmak mecburiyetinde bırakıyorlar. Aslında buradan ölüleri hiçbir zaman ardımızda bırakamadığımızı ve ruhumuzda hep onlardan bir parça taşıdığımızı çıkarabiliriz. Aynı zamanda kitapta birkaç karakterin ebeveynleri ve aile yapısı sıkıntılıydı. Bu durumun çocukların psikolojisine ve düşünce biçimine olan etkisini de gözlemliyoruz.

Karakterler için hafif bir eleştiride bulunmak istiyorum. Alnilam ve Alphard’ın aşklarının bu kadar büyük olmasına çok fazla anlam veremedim. Her ne kadar kitapta eskiden beri tanıştıkları bize söylense de yine de çok ani ve çok hızlı gelişmiş gibi geldi bana. Ve bu kadar hızlı gelişen bu duyguların bu kadar yoğun ve sonsuz olması ise bana biraz kitabın inandırıcılığını zedelemiş gibi geldi. Aynı zamanda karakterler bana biraz fazla kusursuz geldiler. Yine de çok fazla takıldığım bir durum olmadı bu.

Genel olarak okurken merak ettiğim ve diğer Wattpad kitaplarında olduğu gibi “Neden böyle yazmış ki?” ya da “Çok çocukça olmuş!” gibi sözler söylemeden zevkle okuduğum bir kitap oldu. Okuma zorluğu çektiğiniz ya da kafa dağıtacak bir kitaba ihtiyacınız olduğunda okuyabileceğiniz bir kitap. Diğer gençlik kitaplarına nazaran kaliteli yazıldığını ve incelikle işlendiğini düşünüyorum. Karşılaştırma yapmayı ya da herhangi bir kitabı övüp diğer kitabı aşağıda tutmayı sevmem ama bana kalırsa durum böyleydi.

Küçük eleştirilerim ve daha iyi olmasını dilediğim birkaç şey olsa da genel olarak beğendiğim bir kitap oldu. Sonuyla beni etkiledi. İyi ki almışım, iyi ki okumuşum dedirtti. Kafa dağıtmaya ihtiyacım olan bir dönemdeyim. Bana iyi geldiğini söyleyebilirim.

Almina Taner’i tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyorum. Bir ilk kitaba göre oldukça kaliteli bir iş çıkardığını düşünüyorum. Umarım her şey gönlünce olur ve daha nice yazılar yayımlayarak yoluna emin adımlarla devam eder.

Siz “Orion”u okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle ve saygıyla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Gökyüzümün ne kadar büyük olduğunu düşlerken kendi kalbimin ne kadar küçük olduğunu unuttum. Belki senin kalbin ikimize de yeter sandım.”

“Sen bu dünyadaki her şeyin güzellik tanımına uyan şeysin. Sen öyle güzelsin ki ben küçük aynama geçip kendi yansımama her baktığımda o ayna cam kırıklarına dönsün istiyorum ki ben de üstünde tepineyim.”

“Buradaki herkes ağlasın, dünya ağlasın ve hatta gökyüzü her şeye küssün ancak sen ağlama.”

“Ben hep beni unutmandan korktum Alphard. Senin o güzel kalbinin beni silik bir gölgeye çevirmesinden, henüz daha sesimi duymamışken unutmandan korktum. Bir gün sana adımı söylediklerinde belleğinin kayıtsız kalmasından korktum. Oysa hayat bana hep balık hafızalı olduğumu hatırlattı.”

“Sana ne olduğunu anlatamam çünkü anlamazsın. Sana nereye gittiğimi söyleyemem çünkü sen de beni bulamazsın. Sadece keşkelerim var geride. Ve en acısı da keşkeler hep keşke olarak kalıyor. Her şey bir anda gerçekleşiyor ve ben neyin hangi anda geleceğini kavrayamıyorum. Oysa her anı, o an'mış gibi yaşamak gerekiyor. O an. Bilirsin, hayatının o anı.”

“Sanırım başkalarının bizim acılarımız için yeterince üzülememesini bu kadar sorun etmemeliydik.”

“Hayır, kelimeler söylenmediğinde ve sükunet sağlandığında bazı şeyler düzelebilir. Ancak ya bir gün söyleyemediklerim seni benden koparırsa?”

“Böylesine üzgün bir ruha sahip olup her haliyle nasıl mutlu görünebiliyordu?”

“İnsanların arasındayken takındığı gülüşün ona ait olmadığını fark etmek çok güç, belki de imkansızdı.”

“+Unuttuğun birini özlemek çok mu garip olurdu?

-Belki de sadece onları hatırlamayı özlüyorsundur.”

“Dünya'da insanlar ağlıyorlar, korkuyorlar ve sanıyorum ki içlerinde en üzücü olanı ise, sevmiyorlardı.”

“Beni yanlış anlama lütfen, ölüme dair hiçbir korkum yoktur ki ölüm bir nevi huzura eriştir, fakat artık sevememekten öyle çok korkarım ki!”

“O zaman aşkı boş ver gitsin. Zaten zırvalıktan başka bir şey değil.”

“İnsanların sözcüklerini gör ama hep gözlerini dinle.”

“Eğer kalp kırıklıkları tıpkı kitaplarda söylendiği gibi kalbimin cam kırıkları olabilseydi, öyle çok batsın isterdim ki artık acıyı hissetmeyeyim.”

“Hislerimi kâğıda döksem, onları görebilir miyim?”

“Ne zaman nihayetinde karar verip yazacak olsam içimden bir ses benden uzaklaştığın adımların senin için doğru bir yol olabileceğini söylüyor, vazgeçiyorum. Fakat sanıyorum ki artık kendi adımlarımın nerede olduğunu göremiyorum. Söyleyemediğim şeylerin pişmanlığını duymaktan korkuyorum.”

“Günün her vakti öyle çok aklıma geliyordun ki oralarda bir yerlerde kendi düşüncelerime yer var mıydı bilmiyordum.”

“Ruhun bir nefes alış kadar uzaktayken, bedenini görememek biraz yüreğimi burktu. Duvarlara konuşmaya çalışırken ağzımdan çıkan kelimeler birazcık boğazımda düğümlendi. Sadece birkaç mektup yazacak kadar çaresizleştim, o kadar.”

“İnsanların kendilerini en çok kalabalıklarda yalnız bulabilmeleri garip değil miydi? Bu odanın içi yalnızca üç kişiyle dolu olsa birileri beni mutlaka görürdü. Yalnız başıma, yüzümü ellerime dayamış öylece oturduğumu birileri mutlaka fark ederdi. Ancak kalabalıklar... Kalabalıkta herkes çok yalnızdı.”

“Bana kendini anlatmak istemeyen birini kendinden kurtarmaya çalışıyordum; üstelik kendimi dahi kendimden kurtaramamışken. Ne uğrunaydı?”

“Oysa vedalar gitmeyi gerektirmiyor. Ve gitmeden hiçbir sözün veda olduğunu anlayamıyorsun.”

“O kadını hayalimde mi yaratmıştım? Neden yerin ortasında iki büklüm yatmış, vücudumdaki ağrının dinmesi için tanrılara yalvarıyordum?”

“Ona gülmeyi hatırlatmak istedim. Ona, eğer gülerse her şeyin rayına oturacağını, eğer kırılacak olursa kalbini her daim sarıp sarmalayacağımı söylemek istedim.”

“Yüreğim çok acıyor. Bir serçe gibi küçük, fanustaki bir balık kadar kapana kısılmış hissediyorum. Oysa eğer bir şansım olsaydı... Eğer geriye dönüp son bir şey yapabilecek olsaydım gülmeyi seçerdim.”

“Oysa ne komikti, şimdi kendi yalnızlığımı dahi duyamayacak kadar uzaklardaydım.”

“Oysa şu an onun için bir anı bile olamıyordum.”

“Herkes madem bu kadar mutlu ve huzurluydu, biz neden onlar gibi olamıyorduk? Robotlaşmak gibi bir isteğim yoktu ancak yine de garip geliyordu. Madem her şey hayalimizdeki gibiydi de neden hala içimdeki acının beni yiyip bitirdiğini hissediyordum?”

“Çünkü bazen acı, doğru yolu seçmen için bir fırsattır.”

“Delirmeyeyim diye aynalarda aksimi aradım. Kaskatı, kambur vücudum bir çıta gibi dikildi. Gözlerimle aradım kendimi amansızca. Ellerimle uzandım sanki çekip çıkarabilirmişim gibi kendimi dipsiz kuyulardan. Oysa yoktu. Benim gülmeyi bilmeyen görüntüm bana bakmıyordu. Çığlıklar içinde ruhum hala duvarların arasındaydı. Şimdi ben tüm çaresizliğimle kendinden korkan, ve belki de kendi aksini bile kaybetmiş bir adamım.”

“Bazen insanların kendilerini dahi anlamsızlaştırdığına çok tanık olmuştum bu yaşıma dek, ancak özlemin anlamsızlaşacağına hiç inanmamıştım.”

“Seni kaybettim oysa bazen sesini tam kulağımın dibinde hissediyor gibi oluyorum. Kendimi ufalaya ufalaya ışıktan bir noktaya dönüştüm fakat senin yüreğine dokunmuş olmanın mutluluğuyla yanıp tutuşuyorum. Şu an neredesin bilmiyorum. Beş yıl sonra kime âşık olacağını, on yıl sonra kiminle evleneceğini ve bizim dünyamızın kaçınılmaz gerçeği gölgelere ne zaman katılacağını merak ediyorum. Ancak her şeyi bir kenara bırak, sana ne olduğunu merak ediyorum. Hangi çıkmazda ışıksız kaldığını anlamlandıramadıkça kahroluyorum.”

“Şimdi ben bu uçsuz bucaksız, kafayı sıyırmış dünyada öyle yalnızım ki mektuplarım dahi tükendi. Sanırım aklım ve kelimelerim de artık beni terk ediyor.”

“Benim çirkin, benim küskün zihnim bazen bana öyle kötü oyunlar oynardı ki gerçekle hayalin arasında bir boşlukta süzülüp gittiğimi hissederdim.”

“Hiç dinmeyecek mi? İçimde kendi ellerimle besleyip büyüttüğüm bu karamsarlık, bu dar odalar ve sessizce gözlerimden kustuğum bu çığlıklar beni hiç terk etmeyecek mi? Bir şey var. Orada, kalbimin tam ortasında bir yumru...”

“İnsanlar hatırlanmadıkça daha güvenilir olmalıydılar.”

“Hayır, burada olmamalıydılar. Benim aynadaki görüntüsüne baktıkça iğrenen, koştukça kafamdaki sesi susturmaya çalışan ruhumun yanında bir saniye bile durmamalıydılar.”

“Onlara güvendiğim ve bir an olsun beni gerçekten sevebileceklerini düşündüğüm için aptal olmalıydım. Hayır, herkes inkâr edilemez bir bencillikle yaratılmıştı. Benim için atan bir kalp asla olmamış, asla da olmayacaktı.”

“Bazen hayatın karmaşası içinde yalnızca ufak bir toz tanesi olduğumuzu kabullenmemiz gerekiyor.”

“Ancak nihayetinde, bunca acının ardından çok önemli bir şey öğrendim Alphard: Bazen bizim yolumuz, diğerlerinin hikâyesini tamamlamaktan geçiyor.”

 


4 Kasım 2021 Perşembe

Otomatik Portakal | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Anthony Burgess’ın yazdığı “Otomatik Portakal”ı inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız. Lafı dolandırmadan incelememe geçiyorum.

Ne anlatıyor?

Alex, Georgie, Pete ve Aptalof geceleri sokakta dolaşıp insanların canına okuyan ne ilk ne de son serserilerdi. Birlikte bir çete olmuşlar, yaşlıları itip kakıyor, dükkânları ve evleri soyuyorlar, kadınları kendi deyişleriyle “küçük kızlardan kadınlara” dönüştürüyorlardı. Daha türlü türlü iğrençlikler yapan bu grubun üyeleri, günün birinde anlaşmazlığa düşerler kendi aralarında. Tartışma bıçaklı ve yumruklu bir dövüşe dönüşür. Bu “küçük” münakaşanın ardından hiçbir şey olmamış gibi davranırlar ve olayın üzeri örtülür. En azından örtülmüş gibi davranılır.

Günün birinde çete, yine her akşam yaptığı gibi bir evi soyacaktır. Bu ev kedileriyle birlikte yaşayan bir kadının evidir. Eve yaklaşan grup, ilk başta kapıdan girmeye çalışsa da başaramaz ve iş Alex’in camdan girmesine kalır.

Alex camdan girer. Aşağı kata iner ve kadını etkisiz hale getirmek için hareket edecekken dikkati dağılır. Kadın onu alt eder. Arkadaşlarını çağırmak yerine onlara güç gösterisi yapmak isteyen Alex bunu tek başına halletmek ister.

Kadın ve Alex’in boğuşmasında galip Alex olur. Ama kadını sadece etkisizleştirmek isteyen Alex, kadının kafasına fazla sert vurmuştur ve bunun sonucunda da kadın ölmüştür.

Olay yerine polislerin geldiğini duyan Alex, yalpalaya yalpalaya evden çıkmaya çalışır. Kapıya vardığında arkadaşlarının kaçtığını ve kendisini ortada bıraktıklarını görür. Sadece Aptalof vardır. Ama Aptalof yardım etmek yerine eski münakaşayı unutmadığını göstermek için Alex’i iyice hırpalar ve kaçar.

Bunun sonucunda Alex polislere yakalanır ve yeni hayatına doğru acılı bir şekilde sürüklenir…

Benim düşüncelerim neler?
İlk başta kitabı okurken gerçekten midem kalktı. Alex ve arkadaşlarının yaptıklarını okurken tiksindim. Öyle ki kendime gelmek için biraz beklemem gerekti.

Bu sayfalar biraz sürse de sonunda Alex’in yakalanmasıyla kitap çok farklı bir noktaya çekiliyor.

Öncelikle biraz Alex karakterini inceleyelim.

Acı çektirmeyi, kan görmeyi ve işkence etmeyi sevdiğini görüyoruz ana karakterin. Şiddete fazlasıyla yatkın olan Alex’in oldukça garip bir hobisi var: Klasik müzik!

Beethoven’dan daha türlü türlü birçok sanatçıya ve eserlerine aşık olan ana karakter bizi bu sevdasıyla şaşırtıyor kitap boyunca.

Kitap boyunca sokaklardaki hayatı okuyor, sokaklarda yetişmiş bu insanların zihniyetini görüyor ve tabakalaşmanın yarattığı daha birçok ayrımın farkına varıyoruz. Mesela 16. Sayfada Alex ve arkadaşları çevrelerini gözlemlerken insanların evlerinde her şeyden habersiz televizyon izlediklerini ve sokaklardaki hayatın onları hiç ilgilendirmediğinden bahsediyor. Burada da aslında bu sosyal tabaka farkının keskin sınırlarını hissediyoruz.

Sistem de eleştiriliyor kitap boyunca tabii. Siyasetin tüm çirkinlikleri ve insanların çıkarları için yaptıkları şeyler çarpıcı ve bir o kadar da gerçekçi bir şekilde biz okurlara yansıtılıyor.

“Ettiğini bulma” , “İlahi adalet” ya da “Karma” hangisini söylemek istersiniz bilmiyorum ama kitabın özellikle son sayfalarında bu durumun Alex’in başına geldiğini görüyoruz. Çok fazla spoiler vermek istemiyorum o yüzden buralardan daha fazla bahsetmeyeceğim.

Seçme hakkı tanınmayan insanların hayatları nasıl olur? İnsan kendi kaderini kendi seçebilir mi? Bu tarz soruların cevaplarını aradığımız “Otomatik Portakal”da asıl anlatılmak istenen sistemin otomatikleştirdiği, tekdüze hale getirdiği gençler. Herkesin aynı olmaya zorlandığı ve seçme hakkı tanınmayan gençlerin hareketlerindeki isyankârlık ve asiliğe değiniyor. Sistemin vahşileştirdiği bu gençler, kitapta söylendiği üzere “düzeltilmeye” çalışılırken aslında tam tersi daha büyük bir eziyet çekiyorlar ve benliklerini kaybediyorlar.

İlk başlarını okuduğumda “Kesinlikle sevemeyeceğim bu kitabı.” diye düşünürken sonlarında “Vay canına, şaka gibi gerçekten.” diyerek bitirdim “Otomatik Portakal”ı. Gerçekten derin bir etki bıraktı. Yalnız belirtmeliyim ki çok stresli olmadığınız ya da moralinizin çok bozuk olmadığı sakin bir zamanda okumanız sizin için daha iyi olur. Ben biraz yanlış bir zamanda okudum. Ama yine de sonunu okuduğumda iyi ki okumuşum dediğim bir eser oldu.

Siz “Otomatik Portakal”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Biraz dağınık bir şekilde incelemiş olabilirim kitabı bunun için affınıza sığınıyorum. Biraz yoğunum ve aceleye getirdim.

Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle ve saygıyla kalın…

Bu kitaba puanım: 7/10  


3 Kasım 2021 Çarşamba

Ekim Ayında Okuduklarım | Toplu Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Yoğunluktan dolayı okuduğum çoğu kitabı inceleyemedim. Ben de inceleyemediğim bu kitapları ayrı ayrı atmak yerine toplu bir inceleme atayım dedim. Normalde okuduğum şiir kitaplarının incelemelerini yapmıyorum. Kısa olur, anlatacak çok bir şey bulamayabilirim vb. nedenlerden ötürü. Ama bu toplu incelemede şiir kitaplarına da yer vereceğim. Bir de Vakıf serisinin sadece ilk kitabını incelemiştim. Devam kitaplarını spoiler olur diye incelemedim. Yine aynı mantıkla okuduğum “İkinci Vakıf” kitabını bu toplu inceleme yazıma dâhil etmeyeceğim. İncelemem hakkında yeterince bilgi verdiğime inanıyorum. O zaman isterseniz çok fazla uzatmadan incelememe geçelim.

Canım Aliye, Ruhum Filiz | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?

Edebiyatımızın büyük kalemlerinden ve benim de en sevdiğim yazar olan Sabahattin Ali’nin eşi Aliye Ali ve kızı Filiz Ali’ye yazdığı mektupları okuyoruz bu kitapta. Sabahattin Ali’yi edebi kimliği dışında bir âşık ve bir kız babası olarak okuyor, yaşamının çalkantılı dönemlerine tanık oluyoruz. Bu mektuplardan yola çıkarak hem kendisini daha iyi tanıyor hem de çevresine ve ailesine verdiği değeri daha iyi bir şekilde görüyoruz.

Okurken çoğu yerinde yazarımızın nasıl güzel sevdiğini görüp içim ısındı çoğu yerindeyse Sabahattin Ali’nin kendisi gibi üzülüp kızdım başına gelenlere. Sabahattin Ali’nin düşüncelerinden ve yazılarından ötürücü çektiği sıkıntıları sanki ben çekiyormuşum gibi hissettim. Dönemin koşullarını ve düşünce yapısını anlamak için de güzel bir eser olduğunu düşünüyorum.

Sevdiğim ve yazarı tanımak açısından oldukça yararlı bulduğum bir eser oldu. Özellikle mektuplarının sonuna yazdığı cümlelerin güzelliğine ve tatlılığına ölüp bittim.

Bu kitaba puanım: 10/10

 

Değirmen | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?
Sayfa sayısı açısından kısa ama etkisi uzun bir kitap Değirmen. Sabahattin Ali’nin kısa kısa öykülerinin toplandığı oldukça güzel bir eser. Aşk, tutku, kendini tanıma, pişmanlık ve benzeri birçok konuyu bünyesinde barındırıyor. Ağırlıklı olarak aşk içeriyor. İşlenen aşklar ise oldukça kutsal ve herkesin başına gelmeyecek türden.

Kaleminin kalitesini yine konuşturuyor kısacası Sabahattin Ali.

Bu kitaba puanım: 10/10

 

Bir Yaz Gecesi Rüyası | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?

Hermia, Lysender’a deli gibi âşıktır. Lysender da aynı şekilde Hermia’yı seviyordur. Ama Hermia’nın babası, Hermia’nın Demetrius ile evlenmesini istiyordur. Helena ise Hermia’nın yakın arkadaşıdır ve Demetrius’a aşıktır. Ne var ki Demetrius onu kullanıp bırakmasına rağmen Helena hala Demetrius’u seviyordur.

Bu dörtlünün bir şekilde yollarının kesiştiği bir zaman diliminde, uyumaya başladıkları zaman Puck denilen şeytan tarafından gözlerine aşk iksiri damlatılır. Farklı sebeplerden ötürü damlatılan bu aşk iksiri, Puck ve efendisinin istediğinin çok ötesinde bir olaya neden olur. Ortalık karışır, âşıklar ne yapacağını bilemez. Bunun üzerine içinden çıkılmaz ve onarılması zor bir durumla karşılaşırlar.

Romeo ve Juliet’ten kat ve kat daha fazla sevdiğim bir eser oldu. Hatta biraz daha büyük konuşmak gerekirse Romeo ve Juliet’ten daha ünlü ve daha bilinir olması gerektiğini düşünüyorum. Söz sanatları, diyaloglar ve olay örgüsü bana kalırsa daha iyi bir şekilde işlenmişti.

Bu kitaba puanım: 8/10

 

Windsor’un Şen Kadınları | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?
Sir John isimli bir bey; Bay Page ve Bay Ford isimli iki zengin adamın karılarını kendisine âşık etmeye çalışıyor paralarından yararlanabilmek için. Bunu yapmaya çalışmasının bir sebebi de Bayan Page ve Bayan Ford’un kendisine yüz verdiğini düşünmesi. Bunları öğrenen Bayan Page ve Bayan Ford ise Sir John’a bir oyun oynamaya karar veriyorlar.

Tabii Windsor’da daha farklı birçok olay yaşanıyor ama hikâyenin olay örgüsü daha çok bu konu üzerinde duruyor.

Kadınların altta kalmayıp Sir John’a böyle bir oyun oynaması beni çok keyiflendirdi. Bana kalırsa okuduğum Shakespeare eserlerinde en güçlü kadın karakterler “Windsor’un Şen Kadınları” kitabında bulunuyordu.

Bu kitaba puanım: 7/10

 

Gizli Bahçe

Gizli Bahçe kitabının incelemesini daha önce yapmıştım. Ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

 

Kırmızı Pazartesi

Kırmızı Pazartesi kitabının incelemesini daha önce yapmıştım. Ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.

 

Kim Bağışlayacak Beni | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?

Birhan Keskin’in yazdığı oldukça kaliteli bir şiir kitabı “Kim Bağışlayacak Beni”. Aşk şiirlerinden oluşan bu kitap kalbimizde bir yerlere dokunuyor ve canımızı çarpıcı cümleleriyle oldukça acıtıyor. Okurken her şiirin altını çizdiğim ve bittiği için üzüldüğüm bir kitaptı. Kolay okunabilen ve duygulandıran bir şiir kitabı isterseniz “Kim Bağışlayacak Beni”ye göz atmanızı öneririm. Şahsen benim kitaplığımın en’leri arasına girmeye hak kazandı.

Bu kitaba puanım: 10/10

 

Grapon Kâğıtları | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?

Didem Madak’ın yazdığı kaliteli bir şiir kitabı “Grapon Kâğıtları”. Yine “Kim Bağışlayacak Beni” gibi aşk şiirlerinden oluşuyor. İlk başta daha durağan ve sıradan ilerlese de ortalara doğru iyice açılıyor ve bizi derinden etkiliyor. Yine çok sevdiğim bir kitap oldu. Okumayı düşünenlere tavsiyemdir.

Bu kitaba puanım: 8/10

 

Hasretinden Prangalar Eskittim | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?

Edebiyatımıza adını altın harflerle yazdırmış olan Ahmed Arif’in şiir kitabıdır “Hasretinden Prangalar Eskittim”. İlk sayfalarda beni çok etkilemese de birkaç sayfa sonra iyice beğenimi kazandı. Öyle ki birkaç şiirinde gözlerim doldu. Aşkı, acıyı, ıstırabı okurlarına öyle bir hissettirmiş ki… Gerçekten çok ama çok başarılıydı. Kolay okunabilen ve derinden sarsan bir şiir kitabı arıyorsanız “Hasretinden Prangalar Eskittim”i kesinlikle tavsiye ederim.

Bu kitaba puanım: 10/10

 

Hayatın Mucizeleri | Ne anlatıyor, Benim düşüncelerim neler?
Günün birinde Ressam’ın birinden Meryem Ana’nın tablosunu yapmasını isterler. Ama önceki çizilen Meryem Ana tablosu öyle güzeldir ki Ressam kendi çizeceği tabloyu nasıl çizeceğini bilemez.

Daha sonrasında Yahudi bir kız ile karşılaşır. Kız çok güzel, çok duru ve çok saftır. Bunun üzerine Meryem Ana tablosunda bu kızı model olarak kullanmaya karar verir Ressam. Bunun Tanrı’dan bir işaret olduğuna da inanır. Bu kıza Hristiyanlığı sevdirmesi gerektiğini düşünür.

Bunun üzerine kız ve Ressam her gün görüşmeye başlarlar. Ama kızda sürekli bir korku ve çekinme hali vardır.

Zaman geçer, aralarında iyisiyle kötüsüyle birçok diyalog geçer. Günün birinde Ressam kızın kucağına bir çocuk verir resimlerini çizmek için. Kız ise bu küçük çocuktan rahatsız oluyor, onu tutmak istemiyordur.

Zaman geçtikçe kız, çocuğa alışır. Öyle ki aralarında çok farklı bir bağ oluşur. Ama bu bağ tehlikeli bir hal alıyordur. Kız adeta çocuğu kendi çocuğu gibi görüyor, bu dünyada sahip olduğu tek şey bu çocukmuş gibi davranıyordu.

Stefan Zweig’in bu öyküsünde çocukluğundan kurtulup bir anda bir kadına dönüşen bu Yahudi kızın öyküsünü okuyoruz. Annelik içgüdüsüyle, dünyadaki tek saf şeyin bu küçük çocuk olduğu düşüncesiyle bu çocuğa olan bağlılığını okuyoruz.

Stefan Zweig’in çok sevdiğim bir eseri olduğunu söyleyemeyeceğim. Fena değildi ama kitabın ortalarına doğru bitmesi için dua ettim adeta. Beni pek içine çekemese de din, annelik içgüdüsü, bağlılık vb. gibi güzel konuların çıkarılabileceği bir eserdi. Okuyacak bir şey bulamıyorsanız sıkılmamak için okuyabilirsiniz. Onun dışında önerir misin diye sorsanız merak ediyorsanız okuyabileceğinizi söyleyebilirim.

Bu kitaba puanım: 6/10

 

Bu ay okuduğum kitaplar bunlardı. İncelemelerini kısa kısa yaptım ama umarım ki size hitap etmiştir ve kitaplar hakkında az da olsa bir bilgi sahibi olabilmişsinizdir.

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sevgiyle kalın…

1000Kitap hesabımdan bu kitapların ve okuduğum diğer kitapların alıntılarına ulaşabilirsiniz. 1000Kitap hesabıma ulaşmak içinse buraya tıklayabilirsiniz.