Light Pink Pointer

19 Kasım 2022 Cumartesi

Hobbit | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere J.R.R. Tolkien’in yazdığı “Hobbit” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?
Bilbo Baggins; günün her dakikası yemek yiyip çay içen, kendi halinde takılan ve küçük kovuğunda yaşayan bir Hobbittir. Sıradan yaşantısına kaldığı yerden devam ederken günün birinde büyücü Gandalf kendisini ziyarete gelir ve bir göreve katılmasını ister. Bilbo ise bu konuda gönülsüzdür ve istemediğini belirtir. Gandalf’ı gönderir ve isterse ertesi gün çaya gelebileceğini söyler. Bunun üzerine ertesi gün Gandalf’ı bekleyen Hobbit Bilbo, kapısında bir düzine kadar cüce görünce şoka uğrar.

Cücelerin ve Gandalf’ın baskısı artık dayanılmaz olunca mecburen bu maceraya katılmak durumunda kalır Bilbo. Maceranın amacı Yalnız Dağ’da yaşayan Ejderha Smaug’un yıllar önce cücelerden çaldığı hazineyi geri almak ve tekrardan o topraklardaki bağımsızlıklarını kazanabilmektir. Bunun üzerine tehlikeli ve oldukça uzun maceralarına başlamış olurlar.

Benim düşüncelerim neler?
Tolkien Mirası Seti’nde en çok Roverandom ve Hobbit’i sevdim. Hobbit kurgusuyla ve işlenişiyle bizi kendine çeken ve karakterleriyle kendisine özgünlük katan bir kitaptı. Yüzüklerin Efendisi’nin  ilk kısmının oluşması da Hobbit sayesinde olmuştur. Yani Yüzüklerin Efendisi’ni okumadan önce dünyayı anlamak açısından Hobbit okunabilir ki ben de böyle yaptım.

Elflerle, cücelerle, büyücülerle ve daha çeşit çeşit karakterle bezenmiş bu evren size doyumsuz bir okuma zevki yaratacak. Miras serisinin özel baskısı sebebiyle de her yere götürüp her yerde okuyabilirsiniz.

Zenginlik hırsı, türler arası kavga ve daha çeşitli konuların işlendiği Hobbit sizi kendisine hayran bırakacak.

Siz “Hobbit” ya da “Yüzüklerin Efendisi”ni okunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Daha çoğumuz yemeğe, neşeye ve şarkıya saklanan altınlardan daha fazla değer verse idi, dünya daha şen bir yer olurdu.”

“Biz! Keşke biz diye bir şey olsaydı: Yapayalnız olmak korkunç.”

Balıkçı ve Oğlu | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Ömer Zülfü Livaneli’nin yazdığı “Balıkçı ve Oğlu” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Mustafa, hayatını balıkçılıkla geçiren ve kendi küçük mahallesinde sıradan bir yaşama kollarını açan birisidir. Yaşamına sıradan dediğime bakmayın, oğlu denizde boğularak can verdiğinden beri kendisi ve eşi sürekli bir mutsuzluğun pençesindedirler. Bu durum onları her ne kadar yaşandığı günden beri delicesine üzse de bir şekilde yaşayıp gidiyorlardır.

Günün birinde yine denize açılan Mustafa çok garip bir şeyle karşılaşır.


Deniz cesetlerle dolmuştur. Bu durumun şokunu atlattıktan sonra cesetlerden birkaçını götürmek üzere küçük sandalına alır. Tam o sırada can simidine konulmuş bir bebek bir yunus tarafından kendisine doğru sürüklenir. Büyük bir korkuyla bebeğin yaşayıp yaşamadığını teyit ettikten sonra yaşadığını anlayan Mustafa yaşadığı güçlü duyguların tesiri ile bebeği saklar ve diğer cesetleri teslim eder. Bebeği eve götürür ve eşine gösterir. Deniz oğullarını kendilerinden almıştı. Şimdi ise yeni bir evlat vermişti onlara. Peki bu durumda ne yapmalılardır? Bebek bakmak kolay değildi, çevreleri duyarsa bu durum öğrenilirdi. Ne yapacaklardı? Ya annesi yaşıyorsa çocuğun? Ya başlarına büyük bir bela alıyorlarsa?

Benim düşüncelerim neler?

İlk defa Livaneli’den bir kitap okudum. Bu kadar geç kaldığım için üzülsem de geç olsun güç olmasın diyerekten okumaya başladım. Livaneli’nin dili o kadar akıcı, olayları birbirine bağlayışı o kadar kusursuz ki... Okurken hiç sıkıntı çekmiyor, tıpkı denizin sizi sürüklediği gibi cümlelerin de sizi sürüklemesine izin veriyorsunuz. Livaneli’nin toplumcu-gerçekçi kimliğini buram buram hissediyor, verdiği mesajlarla birtakım olayların farkına biraz daha varıyoruz. Bireyin kendi iç dünyasıyla toplumu sorunlarını bir arada kaynaştırarak sunmadaki profesyonelliği ise her sayfada kendini belli ediyor.

İnsan tiplemelerini de oldukça güzel bir şekilde okura sunuyor Livaneli. Mahalledeki dedikodu havasının yanında bir yandan da herkesin birbirini tanıyıp sevip sayması bize o eski günleri hatırlatıp içimizi sıcacık yapıyor. Farklı farklı bir sürü olaya ve hayata dahil oluyoruz Livaneli’nin kalemi sayesinde.

Bayılarak okuduğum bir kitap oldu. İyi ki tanıştım Livaneli’yle. Daha nice kitaplarını da okumak dileğiyle.

Siz “Balıkçı ve Oğlu”nu okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 9/10

 

Dune | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Frank Herbert’ın yazdığı “Dune” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?
Arrakis, daha bilinen adıyla Dune, baharatla dolu bir çöl gezegenidir. Daha önce bu gezegeni Harkonnen Hanedanı yönetirken Padişah İmparator’un kararı ile Atreides Hanedanı yönetmeye başlar. Ama baharat açısından bu kadar zengin olan bir gezegeni elbette ki Harkonnenlar kolay kolay bırakmayı istemezler. Bunun üzerine bir sürü plan ve komplolar uygulanmaya başlar.

İç karışıklıklardan savaşlara, din ve sosyolojiye kısacası her türlü konuya değinen Dune, okurlarına evreninin kapılarını açıyor.

Benim düşüncelerim neler?

Açıkçası herkesin bu kadar övdüğü bu kitabı büyük umutlarla okumaya başladım. Ama ne yazık ki beni pek kendisine çekemedi. Ya gerçekten dediğim gibi çok övüldüğünden kaynaklı ya da bana hitap etmediğinden bilemiyorum ama öyle çok büyük bir bilimkurgu zevki veremedi bana maalesef.

Genel olarak değinilen konular hoştu. Baharatın aslında uyuşturucu oluşu, suyun sınırlı kullanımı, toplumların kendi içlerinde nasıl inançlara sahip olduğunun işlenişi, İslam ögelerinin de kitapta yer buluşu, farklı kültürlerin buluşması ve onun yarattığı çatışma, hanedanlar arasındaki ve hanedanın kendi içindeki problemler… Hepsiyle dolu dolu bir kitaptı aslında. Okuyan birçok kişi de beğenecektir büyük ihtimalle. Ama daha ilk sayfaları okurken bile zar zor ilerleyebildim. Sonlara doğru kurgu açılsa ve kendine doğru çekmeye başlasa da kitabın büyük bir çoğunluğu bana heyecandan çok normal ilerleyen bir kurgu havası verdi. İsimlerin ve terimlerin fazlalığı da cabası.

Benim açımdan pek de aman aman bir kitaptı diyemeyeceğim. Ama şans vermek isteyen olursa Dune burada sizleri bekliyor efendim.

Siz “Dune”u okunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 6/10

Alıntılar

“İnsanın içi kararıyor, diye düşündü. Beklemek bir süre sonra insanı yormaya başlıyor.”

“İlerleme fikri, bizi geleceğin dehşetinden koruyan bir koruma mekanizmasıdır.”

“İnsan bilinçaltının derinliklerinde, anlamlı ve mantığa uygun bir evrene duyulan ihtiyaç yatar. Ama gerçek evren, mantığın hep bir adım ötesindedir.”

“Din ile siyaset aynı arabada gittiğinde, sürücüler karşılarında hiçbir şeyin duramayacağını sanır. Dümdüz gider, hızlandıkça hızlanırlar. Engelleri tamamen göz ardı eder, körlemesine gidenlerin uçurumu çok geç fark ettiğini unuturlar.”

“Kanunlar ve görevler din çatısı altında birleştiğinde, insan asla tamamen bilinçli olamaz, asla kendinin tamamen bilincine varamaz. Asla tam bir birey olamaz.”

“ ‘Şunu hafızana kazı evlat: Dünya dört şeyin üzerinde durur...’ İri eklemli dört parmağını kaldırmıştı. ‘Bilgelerin ilmi, yücelerin adaleti, haklıların duası ve yiğitlerin cesareti. Ama hükmetme sanatını bilen bir hükümdar olmadan...’ Parmaklarını indirip yumruğunu sıkmıştı. "Bunlar hiçbir işe yaramaz. Bunu bağlı olacağın ilim haline getir!’ ”

“Bir süreç onu durdurarak anlaşılmaz. İdrak sürecin akışıyla birlikte gerçekleşmeli, ona katılmalı ve onunla birlikte akmalıdır.”

“Bu şehir her şeyiyle soğuk geliyor.”

“Zihin bedene emredince, beden itaat eder. Ama zihin kendi kendine emredince direnişle karşılaşır.”

“ ‘Toplumumuzda insanlar alıngan olmamalıdır," dedi. "Bu genellikle intihar demektir.’ ”

“Elde etmenin de vakti vardır, yitirmenin de. Elde tutmanın da vakti vardır, bırakmanın da; sevginin de vakti vardır, nefretin de; savaşın da vakti vardır, barışın da.”

“Çünkü artık içimdeki keder, tüm denizlerin kumundan daha ağır, diye düşündü. Bu dünya içimi boşalttı, geride tek bir şey kaldı... En eski hedefim: yarını yaşamak.”

“Bir şeyin yokluğu, varlığı kadar ölümcül olabilir.”

“Hangi duyulardan yoksunuz ki, etrafımızdaki bir başka dünyayı göremiyor ve duyamıyoruz?”

“Mutluluğun durabilmek, bir anlığına da olsa durabilmek olduğunu fark etti. Durmanın mümkün olmadığı yerde mutluluk da olmazdı.”

“Taş da ağırdır, kum da; ama budalanın gazabı ikisinden de ağırdır.”

“Bir düşünce ifade edilse de edilmese de, varlığı gerçektir ve güç barındırır.”

“Evrendeki en güçlü ve kalıcı ilkeler, tesadüfler ve hatalardı.”

 

14 Ekim 2022 Cuma

İvan İlyiç’in Ölümü | Kitap Yorumu

Hepiniz selamlar. Bugün sizlere Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yazdığı “İvan İlyiç’in Ölümü” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için faydalı olur.

Ne anlatıyor?

İvan İlyiç oldukça çalışkan, işinde çok başarılı bir hukukçudur. En üst düzey memurluğa doğru emin adımlarla ilerlemiştir.

Günün birinde bir hastalığın pençesine yakalanmasıyla ölüm yavaş yavaş kendisini avuçlarının içine almaya başlar. Bu durumun hem kendisi hem de çevresi üzerindeki etkilerini okuyor, ölümü biz de İvan İlyiç ile beraber tanımaya başlıyoruz.

İvan İlyiç’in hastalık sürecini okurken kendinizi sorgulayacak, hayatınızı gözden geçirecek ve tüylerinizin diken diken olduğunu hissedeceksiniz.

Benim düşüncelerim neler?
Hukuk mecrasında büyük bir nüfuzu olan İvan İlyiç’in ölümü üzerine iş yerinde kendisinin yerine kimin geçeceği ve bu pozisyonun maaşı konuşuluyor, İvan İlyiç’in yakın dostu olduğunu iddia eden bu adamların tek düşündüğü şey para oluyordur. İvan İlyiç’in ölümü onlarda hiçbir teessür yaratmıyor, tam tersi kendi başlarına gelmediği için şükrediyorlardır. Aynı durum aile içinde de geçerli oluyor. Ailedekiler İvan İlyiç’ten kalacak parayı konuşuyor ve sadece bunu önemsiyordur. Kendisinin ölmeden önce hasta olduğu zamanlarda da kendisiyle ilgilenmiyor ve kendi hayatlarını sanki İvan İlyiç sapasağlammış da ölmek üzere değilmiş gibi devam ettiriyorlar.

Tabii ailesindeki bu durumun sebebi de birazcık kendisi. Kendini sadece işine adamıştır ve asla aile yaşantısının içerisine tam olarak girmemiştir. Bu da aile içinde birbirlerine karşı duvar örmelerine sebep olmuştur. Hayatı sadece işinden ibaret olduğu için de sosyal becerileri sadece kâğıt oynamak ve arkadaşlarla arada bir sohbet etmek olan İvan İlyiç, aile içinde pasif kalmıştır.

Görevine bu kadar bağlanmasının bir sebebi de mahkemede tüm kararların ona bağlı olması. Hayatı hep en lüks ve herkesin kendisini takdir edeceği şekilde yaşayan İvan İlyiç, sadece mahkeme salonunda kendi kararlarını verebiliyor, sadece o zaman kendisi olabiliyordur. Bu da işine olan bağlılığını güçlendiriyordur.

Bu pahalı ve şaşalı yaşamında en önemli şeyin aslında lüks ve para değil, sağlık olduğunu anlayan İvan İlyiç hep doğru bir hayat yaşadığını düşünmekteydi. Ama bu hastalık sürecinde aslında bir şeyleri çok yanlış yaptığını anlamaya başlıyor, gençliği kıskanıyor ve yaşadıklarını gerçekten doğru bir şekilde yaşayıp yaşamadığını düşünüyor. Sağlık ona artık bulunmaz bir nimet gibi geliyordur.

Dediğim gibi ailesi bu süreçte kendisiyle alakadar neredeyse hiç olmuyordur. Tüm bu zamanlar boyunca yanında evin hizmetlisi Gerasim bulunuyor ve ona karşılıksız bir sadaket ve sevgiyle yaklaşıyordur. Yanında huzurlu hissettiği tek insan olan hizmetlinin bu duyguları karşısında aslında yüksek tabakanın katılaşmış kalplerine karşı gerçek sevgi ve sadakat duygusunu alt tabakadan olan Gerasim’de buluyor. Bu da fark ettiği şeylerden bir tanesi olarak hanesine ekleniyor.

Kendini gerektiği gibi yaşadığı yalanıyla avutuyor ama asla hayatında gerçek anlamda mutluluğu tadamıyor. Evliliği ve yaşamdaki tüm kararları aslında birer kurmacadır. Bunun farkına ise son dakikalarında ancak varıyor.

Kitapta beni en çok etkileyen şey ise yazarın ölüm tasvirini bu kadar gerçekçi anlatmasıydı. Sanki İvan İlyiç’in yaşadıklarını kendisi yaşamış, ölmüş de tekrar dirilip yaşadığı bu deneyimi bizimle paylaşmış gibiydi. Tüylerim diken diken okudum. Gerçek anlamda çok başarılıydı. Eh ne de olsa Tolstoy’dan bahsediyoruz aksi hali düşünülemezdi.

Okurken kendimce bir sürü yorum yaptığım ve elimden bırakamadığım bir kitaptı. Siz “İvan İlyiç’in Ölümü”nü okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Belki de sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?”

“Acıların zaman içinde artması gibi, hayat da bütün olarak hep daha kötüye gidiyor.”

“Hayat gitgide artan acılar demek; artan bir hızla en dibe, en korkunç acılara doğru uçmak demekti. ‘İşte ben de uçuyorum...’ ”

“Nasılsa hepimiz öleceğiz. Elimiz ayağımız tutarken niye çalışmayalım?”

“Hep aynıydı. Kimi zaman ufacık bir umut ışıltısı belirir gibi oluyor, kimi zaman da bir umutsuzluk denizi kudurmaya başlıyordu, ama hep aynıydı: Aynı acı, aynı keder, aynı iç sıkıntısı...”

“Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum. İnsanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar eksiliyor, ayaklarımın altından çekilip gidiyordu.”

 

İnsancıklar | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Fyador Mihayloviç Dostoyevski’nin yazdığı “İnsancıklar” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor / Benim düşüncelerim neler?

Makar Devuşkin oldukça yoksul bir memurdur. Bir çay içecek bile durumu olmayan bu adam zar zor geçiniyordur. Varvara Alekseyevna ile mektuplaşıp onu kendi kızı gibi benimseyen Makar Devuşkin, bir yandan da Varvara’ya maddi destek sağlamaya çalışıyordur. Varvara da kendisiyle aynı durumda
olan yoksul bir öksüzdür çünkü.

Bu ikilinin mektuplaşmaları üzerinden yürüyen kitapta insanların paraya verdikleri önemi, parası olmayanı ezip kakmaları ve aslında yoksul ile zengin çatışmasını okuyoruz.

Toplum içerisinde ezilen ve kimliklerini kaybeden bu ikilinin mücadelesini okumakla kalmıyor, o dönemin toplum yapısıyla ilgili de bilgi sahibi oluyoruz. O dönemki maddi durumun izleri karakterler üzerinde çok güzel bir şekilde yansıtılmıştı. Sanki o küçücük odalarda ben yaşamış, gününü hiçbir şey yemeden geçiren benmişim gibi hissederek okudum tüm kitabı. Son sayfalarda ise şok geçirdim ve yaşanan durumu yüzümdeki buruk gülümseme ile okudum.

Bu zor durumda birbirlerinin sevgisiyle güç bulan Varvara ve Devuşkin’in hayatlarına dâhil olurken bir yandan da yazarımızın eşsiz gözlem ve yansıtma becerisine hayran kalıyoruz.

Kısa ama okuması zevkli, oldukça beğendiğim bir kitap oldu.

Siz “İnsancıklar”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler? İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim, kendinize çok dikkat edin sağlıcakla kalın.

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Çok tuhaftı! Ağlayamadım; ama ruhum paramparça olmuştu.”

“(...) ama en iyi anlarımda bile, ben hep hüzünlenirim.”

“Fakat artık yaşadıklarımı anlatmaya gücüm yetmiyor; onları düşünmek bile istemiyorum; bu hatıralar çok rahatsız ediyor beni.”

“Size şunu söyleyeyim, canım, insan yaşayıp gidiyor, ama hemen yanında böyle bit kitabın varlığını, bütün hayatının içine ilmek ilmek işlendiği bir kitabın varlığını bilmiyor.”

“Zaten dünyanın düzeni bu, canım, hepimiz birbirimize hava atıyoruz, hepimiz birini azarlıyoruz.”

“Bazen saklanır insan, saklanır, yakalanmamak için gizlenir, burnunun ucunu bile göstermeye korkar; yerini belli etmez, çünkü önyargı kol geziyordur, çünkü yeryüzünde başka şey kalmamış gibi, herkesin arasından seni bulup şamataya alırlar (...)”

“(...) ve sizin benim mutluluğum için vermek istediğiniz her şey, benim için bir kedere dönüştü ve yararsız bir üzüntüden başka bir şey bırakmadı bende.”

“Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.”

“Para değil beni öldüren, bütün bu yaşam kaygıları, bütün bu fısıltılar, gülüşler, şakalar.”

“Sizi tanıyınca birincisi, kendimi daha iyi tanıdım ve sizi sevmeye başladım; küçük meleğim, sizden önce, tek başımaydım ve yeryüzünde uyuyor, yaşamıyordum sanki. Onlar, bana zalimlik edenler, çehremin bile uygunsuz olduğunu söylüyorlardı ve hor görüyorlardı beni, kendi kendimi hor görür olmuştum; kütük gibi olduğumu söylüyorlardı, ben de gerçekten kütüğüm ben, diye düşünüyordum, ama siz karşıma çıkınca, siz karanlık hayatımı aydınlattınız kalbimi ve ruhumu aydınlattınız ve ben ruhsal huzur bularak diğerlerinden daha kötü olmadığımı anladım; belki parıltı yok, ışıltı yok, renk yok, ama yine de insanım, kalbiyle ve düşünceleriyle bir insanım ben.”

“Ve bugün yaşadığım her şey, acı olsun, kederli olsun, tatlı olsun, her şey bana geçmişimdeki benzer bir şeyi, genellikle de çocukluğumda, çocukluğumun altın çağlarında olan bir şeyi hatırlatıyor.”

“Bazen öyle dakikalar oluyor ki tek başıma kalmaktan, tek başıma hüzünlenip tek başıma kesintisiz kederlenmekten mutlu oluyorum ve böyle hallerim git gide sıklaşıyor artık.”

“Bir sürü şerefli insan var, canım, emeklerinin karşılığını alamasalar da, kimseye boyun eğmeyen, kimseden ekmek istemeyen insanlar var.”

“Hatıralar mutlu olsun, kederli olsun, hep acı verir; en azından benim için öyle; ama bu tatlı bir acı. Ve kalp ağırlaştığı, daraldığı, sıkıldığı, kederli olduğu zaman, o zaman hatıralar onu tıpkı sıcak bir günün ardından gelen rutubetli bir gecede çiy damlalarının zavallı, kurumuş, gündüz vakti sıcaktan kavrulmuş çiçeği canlandırması gibi aydınlatıp canlandırır.”

“Tanrım, yaşamak ne kederli şey, Makar Alekseyeviç!”

“Ah, ne yapacağım, ne olacak benim kaderim? Çok ağır geliyor benim böyle bir bilinmezlikle olmam, bir geleceğimin olmaması, başıma ne geleceğini tahmin edememek. Geriye bakmak da korkutucu. Orada hep acı var, bir hatırayla bile kalbim iki parçaya ayrılıyor.”


7 Ekim 2022 Cuma

Karmaşık Duygular | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Stefan Zweig’in yazdığı “Karmaşık Duygular” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Roland pek de bir hedefi olmayan ve üniversiteyi eğlence aracı olarak gören bir öğrencidir. Günün birinde bir hanımla yaşadığı macerada babasına yakalanınca ve okulu uzun bir süredir astığı öğrenilince daha küçük ve sakin bir şehre gönderilir. Orada eğitimine devam edecek ve bu taşkınlıkları bırakacaktır.

Babasının bu sözlerinden oldukça etkilenen Roland üniversitenin yolunu tutar. Sınıfa girdiğinde ise profesörün öğrencileriyle bir tartışmada olduğunu görür. Alanından o kadar tutkuyla ve sevecenlikle bahseder ki Roland bu adamın etkisi altında kalır. Daha önce hayatını nasıl da boşa harcadığını düşünür ve profesörüyle tanışır. Onun sevecenliği ve yardımseverliğinden daha da etkilenen Roland derslerine iyice asılır.

Fakat Roland aslında oldukça farklı bir durumun gelişmekte olduğundan habersizdir. Öğretmeni ve karısının alt komşusudur ve sürekli onlarla birliktedir. Ama yavaş yavaş bir şeylerin farklılaşmaya başladığını görür. Bu iki insan arasındaki mesafeyi hissetmeye başlar ve bu gerçeğin arkasına düşerken aslında çok daha farklı bir duruma doğru sürüklenmekte olduğundan habersizdir.

Benim düşüncelerim neler?

Sonu hiç tahmin etmediğim bir şekilde bitti. Birkaç dakika boşluğa bakıp düşünmek durumunda kaldım. Gerçekten hiç tahmin etmemiştim. Ama tabii ki sonunun ne olduğundan burada bahsetmeyeceğim. Meraklandıysanız okumanız gerekiyor. :)

Roland’ın profesörü bu kadar sevmesinin bir nedeni de aslında babasına karşı hissettiği o suçluluğu profesörle gidermeye çalışması. Profesörü babasıyla özdeşleştiriyor.

İlk defa bir öğretmen, öğretmenlik dışında gerçekten kendisine yardım etmek isteyip hayatına dokunmaya çalışınca etkileniyor ve öğretmenine yakın hissediyor. Bu durum da derslere olan arzusunu harekete geçiriyor.

Biraz da profesörün durumu üzerine konuşacağım ama buralar spoiler içeriyor.

SPOİLER

Profesörün yönelimi çocukluktan itibaren kendini gösteriyor. Sürekli farklı olan ve yalnız kalan bir çocuk. Kendindeki farklılığın farkında. Bu da kendisinin bu durumla zorlu ve bilinmezliklerle dolu bir yaşama atılması anlamına geliyor.

O dönemde eşcinsellik gibi şeyler pek normal karşılanmadığından arzularını gizli bir şekilde ve kendince bastırmaya çalışsa da bu durum onun kişisel yaşantısını etkiliyor ve kendisini toplumdan tamamen soyutlamasına sebep oluyor. Bu da aslında yönelimlere saygı duymayan ve bu konuda baskıcı olan toplumun bu durumdaki bireylere yaşattıkları zorlu ve bir o kadar da acı dolu hayatı görmemizi sağlıyor. Döneminden ve dayattığı tabulardan dolayı sonsuza kadar imkânsız ve karmaşık duyguların esiri altında yaşayan profesör ve onun gibi daha niceleri adına derinden bir hüzün hissetmemize sebep oluyor.

SPOİLER BİTİMİ

Diğer Stefan Zweig kitapları gibi “Karmaşık Duygular” da çok akıcıydı. Hem kısa hem de oldukça kaliteli bir kurgusu vardı. Hiç beklenmedik sonuyla da okuru afallatmayı başarıyor.

Siz “Karmaşık Duygular”ı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 7/10

Alıntılar

“Duraklar da müziğe dahildir.”

“Zaten kendisi başlı başına bir güzellik olan gençliğin kutsallaştırmaya ihtiyacı yoktur; içindeki canlı güçler onu trajik olana sürükler ve hüznün, henüz deneyimsiz olan kanını emmesine seve seve izin verir; gençliğin, tehlikelere her zaman açık olmasının ve ruhun tüm acılarına dostça elini uzatmasının nedeni de budur.”

“Fakat insanın duygu dünyası bir kez bozulmuşsa, sonradan girişilen kendi kendini teskin etme çabaları neye yarayabilir?”

 

Bülbülü Öldürmek | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Harper Lee’nin yazdığı “Bülbülü Öldürmek” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Scout ve Jem isimli iki kardeş, kendi küçük mahallelerinde yaşıyor ve sakin bir yaşam sürüyorlardır. Babalarıyla beraber ortak bir yaşantı süren bu ikilinin başlarına gelen olayları, çocuk kalbiyle hissettiklerini ve çocuk aklıyla düşünüşlerini okuyoruz.

Bu sıradan ve huzurlu yaşam günün birinde avukat olan babalarının bir “zenci”yi mahkemeye karşı savunmak üzere görevlendirilmesi üzerin son bulur. Irksal ayrımların olduğu bu dönemde beyaz bir adamın bir siyahiyi savunması büyük olay yaratır ve bu çocukları da etkiler.

İnsanların zihin yapısı ve acımasızlıklarıyla erken yaşta tanışmak durumunda bırakılan Scout ve Jem, yaşadıklarını bizlere aktarıyor.

Benim düşüncelerim neler?

Kitap aslında birçok mesajı bünyesinde barındırıyor. Sınıf farklılıklarının insanların birbirlerine davranışlarını nasıl etkilediği, kültür farklılıkları ve bunların yarattığı çatışma, ailenin karakter oluşumu ve gelecek üzerine etkisi. Özellikle bu ailenin karakter oluşumu üzerindeki etkisini ilk sayfalarda Scout ile öğretmeni arasındaki münakaşadan anlıyoruz.

Mahalledeki insan tiplemeleri, kasaba yaşantısı ve kadın ile erkeğe yüklenen roller de kitap boyunca bizleri düşündürtüyor ve bunları birçok cümleyle gözlemlememize olanak sağlıyor.

Çocukların annelerinin yokluğuyla babalarına sıkı sıkı tutunmaları ve bir annenin yokluğunun ne gibi durumlar yarattığını da görebiliyoruz.

Babaları kendilerine bir insanı insan olduğu için sevebilmeyi, kimseyi yargılamamayı ve her zaman doğruların peşinden gitmeleri konusunda idealist görüşlerle büyütürken bir yandan toplumun dayattığı normlarla yüz yüze gelen çocukların bir nevi hayatla ve adaletle olan mücadelelerini okuyoruz. Aynı zamanda bazen kötü sandığımız bir şeyin gerçek iyi, bazense iyi sandığımız bir şeyin gerçek kötü çıkabileceğini de öğreniyoruz.

Özellikle çocukların oyunlarını ve düşünce yapısını okurken huzur bulduğum bir kitap oldu. O kasaba havası ise burnumda tüttü. İçerdiği mesajlarla da gönlümde güzel bir yere sahip oldu “Bülbülü Öldürmek”.

Siz “Bülbülü Öldürmek”i okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 7/10

Alıntılar

“Bir insanı anlayabilmek için, o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin...”

“Ama bazen bir adamın elindeki İncil... Babanın elindeki viski şişesinden daha tehlikeli olabilir.”

“Bazı adamlar vardır, o adamlar... Öbür dünyayla o kadar meşguldürler ki bu dünyayı da yaşamayı beceremezler.”

“Atticus bana, sıfırları atarsak geriye gerçekler kalır demişti.”

“Hepimiz biliyoruz ki, bazı insanların bizi inandırmaya çalıştıkları gibi insanlar eşit yaratılmamıştır... Bazıları ötekilere göre daha zekidir, bazı insanlar doğuştan kazanılmış daha fazla olanağı sahiptir, bazı insanlar ötekilere göre daha fazla para kazanır, bazı kadınlar başka kadınlara göre daha iyi kek yapar... Bazı insanlar pek çok başka insanın normal kapsama alanı içine girmeyen yeteneklere sahiptir. Ama bu ülkede insanlar ancak bir tek durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler - bir yoksulu Rockefeller Ailesi'nin bir derdiyle, bir budalayı Einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören tek bir kurum vardır. Bu kurum da, baylar, hukuk kurumudur.”

“Yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar, Scout, galiba bir şeyleri anlamaya başlıyorum.”

“Başka insanların çoğunluğunun düşüncelerinden bağımsız hareket eden tek şey insanın vicdanıdır.”

“(...) birinin kötü olduğunu düşündüğü bir şeyle seni nitelendirmesi hiçbir zaman hakaret değildir. O kişinin ne kadar zavallı olduğunu gösterir, seni incitmez.”

 

Nietzsche Ağladığında | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Irvin D. Yalom’un yazdığı “Nietzsche Ağladığında” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

 Josef Breuer alanında uzman ve tanınan bir doktordur. Herkes kendisine tedavi olmaya gelir, o da onlara seve seve yardımcı olur. Ta ki karşısına daha önce hiç karşılaşmadığı bir hasta çıkana kadar. Hayatı bu hasta vesilesiyle tepetaklak olur.

Lou Salome isimli oldukça alımlı bir hanım kendisine mektupla bir konu hakkında danışmak istediğini bildirir. Bu ricayı kıramayan Breuer, Salome ile buluşur. Salome kendisinden bir hastayı tedavi etmesini ister. Yalnız bu hasta sıradan bir şekilde hasta değildir. Onun ruhu hastadır. Konuşarak tedavi uygulamasını ve umutsuzluk ile intihar gibi düşünceleri kafasından atmasına yardımcı olmasını ister Salome. Breuer ise bir hastayı konuşarak nasıl tedavi edeceğini kara kara düşünürken Salome’nin bahsettiği hasta ile tanışır. Bu hasta henüz değeri bilinmemiş ve iki kitabı yayımlanmış bir filozof olan Nietzsche’dir. İlk başta tedaviyi kabul etmeyen Nietzsche zamanla Breuer ile çok farklı bir ilişki geliştirir ve bu diyaloglarla birlikte kimin hasta kiminse doktor olduğu iyice birbirine karışır. Bu ikili birbirlerinin geçmişinin kapılarını aralarken aslında hiç de şahit olmadıkları yanlarını ve duygularını keşfetmeye başlayacaklardır.

Benim düşüncelerim neler?

Breuer ile Nietzsche’nin daha önce hiç yüz yüze karşılaşıp karşılaşmadıklarına dair herhangi bir bilgi bulunmuyor ama Salome tarih boyunca ünlü isimlerle adı aşk iddialarına çıkmış bir kadındır. Yani Nietzsche ile gerçek anlamda tanışıklığı olduğunu söyleyebiliriz.

Kitapta ise Breuer ile Nietzsche karakterlerini bir nevi “karşılaşsalardı nasıl olurdu?” mantığıyla okuyoruz. Elbette ki kitap bundan ibaret değil.

Nietzsche tedaviyi kabul etmeyen, inatçı, karamsar ve problemleri ile kendisine karşı barışık birisidir. Kendi ideolojisi ve doğruları onun için her şeydir. Dert yanmaktansa derdin katlanmayı tercih eder. Her ne kadar şiddetli bir şekilde acı çekse de. Aslında buradan kitabın isminin de ne kadar manidar olduğunu görüyoruz çünkü Nietzsche asla ağlayıp yakınan biri değildir. Onun gözyaşları haykıramadığı ve birilerine ulaşmasını umduğu düşünceleridir.

İlk başta Breuer, Nietzsche’yi tedavi etmeye çalışsa da daha sonrasında olay tam tersi şekilde gerçekleşir. Bir anda konu Breuer’in travmaları ve yaşadıkları üzerinden ilerlemeye başlar ve aslında hastasını tedavi ederken kendisiyle de yüzleşmiş olur. Bu yönden hem Nietzsche’nin durumunu hem de Breuer’in durumunu süzgeçten objektif bir şekilde geçirebiliyoruz. Bu da çok farklı bir tat veriyor okura.

Kitap boyunca bilinçaltının gizlerini ve insan üzerindeki etkilerini okuyor ve düşünüyoruz. Bilinçaltı denilince akla ilk gelen isim olan Freud ise kitabımıza dahil oluyor bu süreçte. Freud’un da düşüncelerini ve ilkelerini okumak, kitaba katkılarını gözlemlemek çok güzeldi.

Özellikle Breuer’in Bertha hakkındaki düşüncelerinin temel sebebi çözülünce ise kitap gerçek anlamda “Vay be.” dedirtti.

İnsanın içindeki vahşi duygulara ve arzulara odaklanan, ölümün ve yaşamın kıyılarında dolaşan bir kitaptı. Oldukça beğendim. Neyin neden olduğunu, o dönemde gelişmemiş olan konuşma terapisinin temellerinin atılımını gösteren, elinizden bırakamayacağınız bir kitap.

Siz “Nietzsche Ağladığında”yı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Seni ben yaratmış olsaydım seni daha sağlıklı, üstelik çok daha değerli yapardım... Ve belki de benim için sana biraz daha sevgi verirdim (...)”

“Ruhunda sükunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidir ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan vazgeçip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadır.”

“Gururlu bir yüceliğe erişmek isteyen ağaç fırtınalı hava ister. Yaratıcılık ve keşif de acıda saklıdır.”

“Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını  düşündükçe kendimş ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.”

“Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim, yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.”

“Her zaman, en iyi hakikatlerin, kişinin kendi yaşam deneyimlerinden çıkarılmış zalim hakikatler olduğunu söylerdi.”

“Ah bu melankoli... İnsanın gerçekten boğulabileceği bir deniz var mıdır?”

“İnsan dostunu, düşmanından daha zor affediyor.”

“Hayır Friedrich, anlamak affetmek demektir.”

“Josef, ben hep şuna inanmışımdır: Bizler arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır!”

“Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.”

“Onun bir tek bakışı yalnızlığımı unuttururdu. Bana yaşama amacımı ve yaşamanın önemini gösterdi.”

“ ‘Hayır!’ Nietzsche hiddetlenmişti. ‘Ben, gelecekteki başka bir tür yaşam için bu yaşamın asla değiştirilmemesi, bastırılmaması gerektiğini öğretiyorum. Ölümsüz olan bu yaşamdır, bu andır. Ölümden sonra yaşam yoktur, bu yaşamın varması gereken bir hedef, kıyamet günü yargıları yoktur. Bu an sonsuza dek varlığını sürdürür ve tek seyirciniz siz, yalnızca sizsiniz.’ “

“Evlilik bir hapishane değil, içinde daha yüce bir şeylerin yetiştirildiği bir bahçe olmalıdır.”

“Kimin bana eşlik ettiğinin ne önemi var, diye düşündü. Nasıl olsa herkes yalnız ölür.”

“Hiçbir şey her şey demektir! Güçlenmek istiyorsan, önce köklerini hiçliğin derinlerine gömmeli ve en yalnız yalnızlığınla yüz yüze gelmeyi öğrenmelisin.”

“Tek ödevin kendin olmaktır. Güçlü ol: Yoksa, büyümek için hep başkalarını kullanmak zorunda kalırsın.”

“Demek istediğim şu: Biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin. Eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız.”

“Ama Friedrich, kaybetmek için önce sahip olmak gerekir.”

“Belki de bizler birbirimizin gerçeğini göremeyen ve aynı acıları paylaşan insanlarız.”

 

16 Eylül 2022 Cuma

Kağnı/Ses/Esiler | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Sabahattin Ali’nin bir kitabı olan “Kağnı/Ses/Esirler”i inceliyorum. Umarım bu incelememden hoşnut kalırsınız.

Ne anlatıyor/Benim düşüncelerim neler?
Sabahattin Ali bu eserinde hem öykülerini hem de bir adet oyun metnini bizimle paylaşıyor. Hikâyeler ağırlıklı olarak hapis hayatını anlatıyor ama daha bir sürü farklı konuyu da içeriyor tabii ki. Zenginlerin yoksulları nasıl ezdiği, insanların ikiyüzlülüğü, başkalarının arkasından hiç bilmeden atıp tutmaları ve insanların dedikleri gibi olmadıklarında dair insan karakterini ve davranışlarını süzgeçten geçiriyor ve öykülerin geçmiş zamanda yazılmasına rağmen nasıl da hala öyküde geçen insan tiplemelerinin varlığını koruduğunu görüyoruz. İnsanoğlu hala birbirini eziyor, hala birbirini küçük görüyor ve hala kendi yalanları içinde boğulsa da dürüstlük adını verdiğimiz yardım elini tutmayı reddediyor.

Sabahattin Ali’nin öykülerinin, romanlarının ve diğer eserlerinin en sevdiğim yanı da bu. Yazdığı olaylar geçmişte, şimdiki zamanda ve gelecekte her zaman geçerliliğini koruyor; yarattığı karakterlerle ve olay örgüsüyle adını geleceğe taşımayı başarıyor.

Toplumcu gerçekçi kişiliğini kullanarak yazdığı öykülerini aynı zamanda bireyin iç dünyasıyla da bağdaştırıyor. Bu da yazılarına çok farklı ve eşsiz bir tat katıyor.

Okurken yine zevk aldığım ve beğenerek okuduğum bir kitaptı. Sabahattin Ali’nin bir kez daha neden en sevdiğim yazar olduğunu anlamış oldum.

Siz “Kağnı/Ses/Esirler”i okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler? Ya da Sabahattin Ali’den en sevdiğiniz kitap hangisi?

İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Seni bilmem, fakat ben maddelerin fevkinde bir manevi bağa, insanları birbirine yaklaştıran bir hisse inanıyorum. Düşün, dünyada birbirini sevmek, birbirine yakın olmak hisleri de olmasa yaşamanın manası kalır mı?”

“ ‘Dünyayı değiştireceğini mi sanıyorsun?’

‘Siz dünyanın değişmez olduğuna inanmaya mecbursunuz!’ "

“Fakat bana: "Doğru düşünüyorsun ama, bunları söyleme!" diyen adam adeta namussuzluk ediyor demektir ve bu sersemler bunun farkında değil. Başkalarının malına, canına, karısına hürmet etmeyi bilen bu adamlar -tabii yalnız sözde- bunların hepsinden daha kuvvetli ve mühim olan fikirlere, kanaatlere hürmet etmeyi bilmiyorlar. Bunu lüzumsuz, manasız buluyorlar. Hatta birçokları için bir fikir ve kanaat sahibi olmak yalnız lüzumsuz ve manasız değil, aynı zamanda tehlikeli ve ayıp bir şey, muayyen fikirleri olan, yani kendisine düşünmek için bir kafa verilmiş olduğunu unutmayan bir adama cemiyetin sükûnetine bomba koymaya gelmiş bir anarşist nazarıyla bakıyorlar.”

“Hiçbir şey istemiyor, yalnız onu görebilmek, onun sesini işitebilmek arzusunu duyuyordum. Bir zamanlar bana yabancı gelen bu arzuları gülünç bulmaktan da vazgeçmiştim.”

“Biliyor musunuz, bir dakika, hatta bir saniyede verilen veya verilmeyen bir karar, bir tereddüt anı, insanın hayatı üzerinde ne uçsuz bucaksız neticeler doğurabiliyor.”

“Fakat bir insan kalbi bu şehirden daha karmakarışık, daha uçsuz bucaksız değil miydi?”

“Dünyada kuvvetlinin ve zayıfın, akıllının ve budalanın, faziletli olanın ve sefilinin aynı derecede malik oldukları bir hak vardır: Yaşamak hakkı!.. Hiçbir meziyet, hiçbir kuvvet bu hakkı birisinden alıp diğerine vermek salahiyetinde değildir.”

“Bir millete taze hayat vereceklerin ihtiyar olmamaları lazımdır.”

“-Haşa... Fakat sevmek için muhakkak "birisi" mi lazımdır?

-Değil mi?

-Ne münasebet?.. Sevgi bizi saadete, zevke götürecek bir vasıtaysa diğer birisine ihtiyaç vardır. Fakat muhabbeti böyle adi bir vasıta değil de, büyük ve temiz bir gaye, hatta hayatımızın sebebi olan bir mevcudiyet diye kabul edersek başka birisinin lüzumu yoktur. İnsan tek başına da sevebilir. Böylece hiç kimseye hasredilmeyen bir aşk bütün kâinatı içine alabilir. Hâlbuki bir şahısta toplanabilen ve teskin edilebilen bir aşkın, düşün, ne kadar kuvvetli ve dar olması lazımdır!”

“İnsanın etrafı kendisinden bir şey bekleyenler veya kendisine hiç sebepsiz fenalık etmek isteyenlerle doludur... Ve böyle bir yerde insan kendisine korkmadan koşabileceği birini o kadar arıyor ki...”

“Zaten insan en tatlı, en bahtiyar anlarını bile ilerde geleceğini tasavvur ettiği felaketli ve karanlık günleri düşünerek karartmaktan kendini alamaz, ilahlar lekesiz ve tam bir saadeti insanlara vermek istememişlerdir.”

 

Vadideki Zambak | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bu hafta tatildeydim ve hemen sonrasında da okula başladığım için inceleme yazısı paylaşamadım. Bu süreçte çok kitap da okuyamadım ama okuduklarımı bugün sizlere inceleyeceğim. Bunlardan biri de Honoré de Balzac’ın yazdığı “Vadideki Zambak” isimli kitabı. Umarım bu incelemem sizler için faydalı olur.

Ne anlatıyor?

Ailesi tarafından hor görülen ve bir birey yerine konulmayan Felix, yalnız başına bir çocukluk geçirmekle kalmamış, gençliğini de yalnız ve
çocukluktan itibaren baskılanan duygularının esiri olarak geçiriyordur.

Günün birinde ailesini gururlandırmak için gittiği bir davette anlık arzularına yenik düşerek bir hanımefendiyi öpmeye çalışır. Bu düşünülmeden yapılan hareket bir insanın hayatını ne kadar etkileyebilirdi ki? Oysa Felix’in hayatı bu hanımefendiden sonra başlıyordur asıl…

Ailesi tarafından kafasını toparlaması ve sorumluluklarından ötürü girdiği bunalım halinden kurtulması için tanıdık birinin vadinin ortasındaki evine gönderilir. Komşularını ziyarete giderken komşunun o akşam öpmeye çalıştığı hanımefendinin ta kendisi olduğunu görür. Bunun üzerine ister istemez bir dostluk filizlenir ama zamanla bu ikilinin de duyguları zamanın akışına ayak uydurarak çok farklı yönlere doğru sürüklenir. Ve asıl olaylar da buradan sonra başlar.

Benim düşüncelerim neler?

Okurken bir sürü kendimce yorum yapıp not aldığım bir kitaptı ki ben de böyle kitaplara bayılırım. Bu yüzden “Vadideki Zambak” hem kurgusuyla hem de altında yatan mesajlarla gönlümde koskocaman bir yer kazanmayı başardı.

Öncelikle Felix’in davete giderkenki halinden bahsedelim. Ailesi kendilerini temsil etmesini ve doğruyu söylemek gerekirse onların gözünde “ilk defa işe yaraması” için davete gönderilir Felix. Onların istediği gibi giyinir ve istedikleri her şeyi yapar. Bu haliyle ailesinin gözünde azıcık da olsa insan yerine konur. Bundan destek alan Felix davete gider. Farklı giyinmesiyle adeta farklı biri olan Felix kendi gözünde de ilk defa bir bireye dönüşür. Bunun üzerine hanımefendiye doğru bir hamle yapmaktan kendini engelleyemez. Özellikle hanımefendinin kendisine “mösyö” demesiyle de iyice kendi içinde bir birey olduğunu kabullenir. Herkesin gözünde bir çocuk ve işe yaramazın teki olarak görülen Felix, ilk defa benliğini keşfetmeye başlar. Tabii hanımefendi kendisini reddeder ve kızar ama bu olay yine de Felix için oldukça önemli bir başlangıçtır.

Bu hanımefendi ise bir kontun eşidir. Beraber vadideki bir evde yaşıyorlardır. Felix’in görünmesi üzerine hanımefendi için iyice işler karışır.

Zamanla aralarında gelişen bu husumet, arkadaşlık tohumlarıyla birlikte unutulur. Kontes, acı dolu aile hayatından ötürü Felix’in ona dert ortağı olmasını seviyor ve benzer şeyler yaşadıkları için kendisini Felix’e daha yakın hissediyordur. Felix her ne kadar bu duygusunu aşk olarak tanımlasa da benim gözlemlerim şu şekilde oldu:
Felix annesinden herhangi bir annelik görmüyor. Çocukluğu boyunca yalnız kalmış ve ailesi tarafından bile istenilmemiş bir çocuk olmuştur. Kontesin çocuklarına karşı sergilediği bu anaç tutum ona o kadar güzel geliyor ki… Kontes sadece çocuklarına değil çevresindeki herkese karşı bu kadar anaçtır. Felix bundan etkileniyor biraz da. Görmediği annelik duygusunu Konteste görüyor. Bundan ötürü kendisine karşı şiddetli bir arzu ve sevgi duyuyor.

Kontesin ve Felix’in ebeveynlerine ve aile hayatlarına baktığımızda da yanlış ebeveynliğin çocukluktan yetişkinliğe kadar yarattığı sorunları ve bunların birey üzerindeki psikolojisini gözlemliyoruz.

Kadın-erkek ilişkilerinin içindeki çatışmayı, kadının hor görülmesi ve birey yerine konulmaması gibi durumları da Kontes’in Kontla olan evlilikleri üzerinden okuyoruz.

Felix’in Kontese duyduğu duygular bahsettiğim üzere hem bir anneye duyulan sevgi hem de ilahi bir sevgi.  Bu ilahi sevginin kaynağının da anne sevgisiyle bütünleştirebiliriz çünkü bu kadar fedakârlık gerektiren ve kendinden verip sevdiklerine katan başka bir sevgi türü yoktur. Bu da Felix’in aşkını ilahi bir aşk seviyesine çıkarmasına sebep oluyor.

Kontes ise hayatında hep bir annelik rolü üstlenmiştir. Felix gibi o da bir birey olarak, bir eş olarak hiçbir zaman görülmemiştir. Hep hasta çocukları için çabalamış ve hep kocasının hakaretlerine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Kontes artık annelik kimliğiyle öyle bütünleşmiştir ki Felix’e karşı duyduğu sevginin annelik sevgisi olduğunu iddia etse de aslında bu iddia kendisini zamanla yanıltacaktır. Her ne kadar bunu kabul etmek istemese de.

Dediğim gibi annelik kimliğiyle o kadar bütünleşmiştir ki Kontes, tek kimliği olarak bu kalmıştır kendisine. Ailesi asla onu gerçek anlamda tanıyamamıştır. Bu durumda tıpkı Felix’in onun yanında olduğu gibi o da Felix’in yanında bir bireye dönüştüğü, kendi kimliğini kazanabildiği için belki de kendisi de Felix’e karşı bu kadar büyük bir sevgi besliyordur. Benim çıkarımım en azından bu şekilde oldu.

Karakterlerin durumunu bir kenara bıraktığımızda da kitabın cümleleri, betimlemeleri ve olay akışı o kadar güzeldi ki elimden düşüremedim. Okurken ciddi anlamda zevk aldığım kitaplardan bir tanesiydi. Çevirmen de kaliteliydi. Bu cümleleri anlamlarını en az yitirecekleri şekilde çevirip Türkçesiyle bile bu kadar derinden etkileyecek şekilde yazmak herkesin harcı değildir.

Benim düşüncelerim bunlardı. Siz “Vadideki Zambak”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 9/10

Alıntılar

“Zorbaca yasaklar çocuklarda bir tutkuyu yetişkinlerde olduğundan daha çok perçinler; çocukların yetişkinlere kıyasla, kendilerine karşı konulmaz çekicilikler sunan o yasaklamadan başka bir şey düşünmeme gibi bir üstünlükleri vardır.”

“Vaktimi bir ağacın altında, kederli hayallere dalarak ya da kütüphanecinin bize her ay dağıttığı kitapları okuyarak geçiriyordum. Bu korkunç yalnızlığın altında ne acılar gizliydi!”

“Gözyaşları içinde sönüp gitmiş dahiler, değeri bilinmemiş yürekler, hatırlanmayan Azize Clarisse'ler, reddedilmiş çocuklar, sürgüne giden masumlar, hayata ıssız çöllerinden giren, her yanda soğuk yüzlerle, suskun yüreklerle, duymayan kulaklarla karşılaşan sizler, asla yakınmayın! Bir yürek size karşılık verdiğinde mutluluğun sonsuzluğunu ancak siz hissedebilirsiniz.”

“Aşk, bir suç karşısında geri adım attıkça, bize sınırları varmış gibi görünür, oysa aşk sınırsız olmalıdır.”

“Aşk kendisi olmayan her şeyden ürker.”

“Evet, çok sonraları, bir kadını severiz; oysa ilk sevdiğimiz kadında her şeyi severiz: Çocukları bizim çocuklarımız, evi bizim evimiz, çıkarları bizim çıkarlarımız, bahtsızlığı bizim en büyük felaketimizdir; elbisesini ve mobilyalarını severiz; buğdaylarının tarlada heba oluşuna paramızı çaldırmamızdan daha çok üzülürüz; şöminesinin üzerindeki antika eşyalara dokunan ziyaretçiyi azarlamaya hazırızdır. Bu kutsal aşk bizi bir başkasında yaşatır, ne yazık ki daha sonra, bir başka yaşamı kendimize çekerken, kadından, toy duygularıyla körelmiş yeteneklerimizi zenginleştirmesini bekleriz.”

“Siz beni severseniz, dünya umurumda olur mu?”

“Çok mutluyum, mutluluk benim için bir hastalık gibidir, beni yorar ve bir düş gibi silinip gitmesinden korkarım.”

“(...) üstelik, yanınızda öyle sonsuz bir mutluluk hissediyorum ki o anki duygularım geride kalmış duyguları siliyor. Her seferinde daha engin bir yaşama doğuyor ve kendimi, yüksek bir kayalığa tırmanırken, her adımda yeni bir ufuk keşfeden bir yolcu gibi hissediyorum. Her yeni sohbette uçsuz bucaksız hazinelerime bir yenisini eklemedim mi? Sanırım, uzun, bitmek bilmeyen bağlılıkların sırrı budur. Bu yüzden size kendinizden ancak sizden uzak olduğumda söz edebilirim. Sizin karşınızda, gözlerim etrafımı göremeyecek ölçüde kamaşıyor, mutluluğumu sorgulayamayacak kadar mutlu oluyorum, benliğim kendim olamayacağım ölçüde sizinle doluyor, konuşmam sizinle konuşamayacak ölçüde akıcılaşıyor, zihnim geçmişi hatırlamayacak ölçüde o anı yakalamaya çalışıyor. Hatalarımı bağışlamak için, sürekli bir esrime halinde olduğumu iyi bilin. Sizin yanınızda, sadece hissedebiliyorum.”

 “Keder sonsuzdur, sevincin sınırları vardır.”

“(...) çünkü sıradanlık zayıf insanların dayanağıdır ve zayıflar, ne yazık ki her mensubunda sadece kendi aracını gören bir toplum tarafından aşağılanır (...)”

“(...) çünkü insanlar bize kinlerimizden olduğu kadar, dostluklarımızdan dolayı da hesap sorar; bu konuda kararlarınızı uzun uzun düşünüp olgunlaştırdıktan sonra, ama bir daha vazgeçmeyecek şekilde verin.”

“(...) ahlakın, onursuz insanların içinde boğuldukları çamuru en asil insanların üzerine sıçratmaya çalıştıkları dereleri vardır; ama her alanda vereceğiniz son kararlarda göstereceğiniz sarsılmazlıkla saygı uyandırabilirsiniz.”

“Her kurnazlık, her dalaverecilik açığa çıkar ve kişiye zarar verir; oysa bir insan her koşulda içtenlikle davrandığında tehlikelerle daha az karşılaşır.”

“Sizi terk edecekleri gün, tıpkı aşklarını masum kılan Seni seviyorum, sözleri gibi, ayrılmayı haklı gösteren Artık seni sevmiyorum, sözlerini edecek, aşkın istemsizce yaşandığını söyleyeceklerdir. Dostum, ne saçma bir öğreti! Gerçek aşkın sonsuz, hep kendisi gibi olduğuna, kararlığını ve saflığını koruduğuna, taşkınlık gösterilerine gerek duymadığına inanın (...)”

“Sevgili dostum, sevilmek, anlaşılmak en büyük mutluluktur, bu mutluluğu tatmanızı dilerim; ama ruhunuzun çiçeğini soldurmayın, sevginizi vereceğiniz yürekten emin olun.”

“Başkalarının mutluluğu artık mutlu olamayacakların tesellisidir.”

“O zamanlar yüreğim arzularla doluydu, şimdi gözlerim yaşlarla dolu; eskiden içini dolduracağım bir hayatım vardı, bugün yaşamımın ıssızlığını hissediyorum. Çok gençtim, yirmi dokuz yaşındaydım, ama ruhum şimdiden solmuştu.”

“Manevi yapı fiziki yapıdan hiçbir şeyin mutlak olmamasıla ayrışır; davranışlarının yoğunluğu kişiliklerin ya da etrafında bir araya geldiğimiz bir olguyla ilgili düşüncelerin düzeyiyle ilintilidir.”

“En yetkin zihinler bile geçici heveslere kapılabiliyorsa, aşağılandığını, alaya alındığını görüp ağlayan çocuk nasıl hoşgörülmez.”

“Aşk hakkında hiçbir şey bilmediğim halde birdenbire sevdim. İnsandaki en yoğun duygunun bu ilk baskını garip bir şey değil miydi?”

“Aşkın da yaşam gibi, yaşandığı süreç boyunca kendi kendine yeten bir erinlik dönemi vardır.”

“Sonradan görmeler, benzer yeteneklere sahip oldukları maymunlar gibidir: onların yükselişi izlenir, yukarı tırmanırken gösterdikleri çeviklik hayranlık uyandırır, ama zirveye ulaştıklarında sadece ayıp yerleri görünür.”

“Mücadele etmek beni ürpertmiyordu, ama paylaşılmış bir aşkın mutluluğunu tatmadan ölmek istemiyordum.”

“ ‘(...) insani adalet bir insanın boynunu vurmak için kılıcını her çekişinde, kendi kendime "Ceza yasaları hiçbir bahtsızlık yaşamamış kişilerce hazırlanıyor,’ dedim.”

“Aşk yaşamı dünyevi yasanın lanetli bir istisnasıdır; her çiçek solar, büyük sevinçlerin yarınları varsa bu yarınlar berbattır. Gerçek yaşam bir endişeler yaşamıdır, görüntüsü taraçanın dibine doğru uzanan ve güneş görmeden sapının üzerinde yeşil duran şu ısırganotunda gizlidir.”


28 Ağustos 2022 Pazar

Küçük Şeyler & Oz Büyücüsü | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Samipaşazade Sezai’nin yazdığı “Küçük Şeyler” ve L. Frank Baum'un yazdığı "Oz Büyücü" isimli kitapları inceliyorum. Umarım incelemelerim sizler için yararlı olur.

Küçük Şeyler

Ne anlatıyor? / Benim düşüncelerim neler?

Küçük küçük öykülerden oluşan “Küçük Şeyler” ; aşkı, üzüntüyü, acıyı ve mutluluğu bize iliklerimize kadar hissettiriyor. Her ne kadar kısa bir kitap olsa da okurken kimi yerlerde gözlerimin dolmasına engel olamadım.
Özellikle Pandomima isimli öyküsü en sevdiğim ve en duygulandığım öyküsüydü.

İnsan ruhunun derinliklerine inmeyi başarmış, gözlem yeteneğiyle bize insanların karakterlerini en açık ve saf haliyle gösterebilmiş başarılı bir yazar Samipaşazade Sezai. Beğenerek okuduğum kısa ama etkileyici bir kitaptı.

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Ah ne alçak gönüllerimiz var. Nefrete neden olması gereken olayların sevgiyi öldürememesi ne acıdır!”

Oz Büyücüsü

Ne anlatıyor?
Dorothy, teyzesi ve amcasıyla beraber Kansas adında kırsal bir yerde yaşıyordur. Küçük çiftliklerinde köpeği Toto ile mutlu mesut bir şekilde yaşamaktadır. Günün birinde büyük bir fırtına kopar. Amcası ve teyzesi hemen evin altındaki mahzene saklanır ama Dorothy ve Toto mahzene yetişemez ve evle birlikte kasırgaya kapılırlar.

Kasırga bittiğinde kendilerine gelen Dorothy ve Toto kendilerini oldukça farklı bir yerde bulurlar. Bunun üzerine şaşırıp kalan bu ikili biraz sonra ise geldikleri diyarın sihirli olduğunu öğrenirler. Eve geri dönmek isteyen bu ikili yardım istediklerinde kendilerine sadece büyük bir büyücü olan Oz’un yardımcı olabileceğini öğrenirler. Bunun üzerine Oz’un yaşadığı diyara doğru yol alırlar ve bu yolculukta peşlerine daha farklı bir sürü varlık katılır. Yeni arkadaşlıklar başlar ve bu arkadaşları zorlu bir sürü görev bekler.

Benim düşüncelerim neler?
Çocuklar için daha çok görülse de aslında alttan alta verilen mesajlar ve birçok alıntısı sayesinde her yaş kitlesine hitap ediyor “Oz Büyücüsü”.

Özellikle Korkuluk ve Teneke Adam arasında geçen “Kalp mi Beyin mi?” sohbetinden bunu iyice hissediyoruz. Beyni olmazsa kalbinin hiçbir işe yaramayacağını düşünen Korkuluğa cevaben zihnin insana üzüntüden başka bir şey getirmeyeceğine, bunun yerine her şeyi sevebilme gücü veren kalbin olmasının daha mantıklı olduğunu söylüyor.

Dorothy ve Toto’nun maceralarına ortak olan Korkuluk, Teneke Adam ve Korkak Aslan’ın da Oz’dan birtakım istekleri vardır. Ama bu yolculuk boyunca aslında istedikleri şeylerin kendi içlerinde olduklarını anlıyorlar. Buradan biz de okura düşen mesajı alıyoruz. Sevgili okur, ne olursa olsun belki de istediğin şeye zaten kendi içinde sahipsindir. Kendine acımasız davranma ve sahip olduklarının farkına var. Çünkü sen, sen olduğun için çok ama çok güzelsin! :)

Okurken ilk başta klasik ögelerle bezenmiş bir masal olduğunu düşünsem de daha sonrasında hikâyeye karışan diğer yaratıklarla beraber bu fikrim değişti. Özellikle Kaya Adamları çok ilgi çekici buldum.

Genel olarak okuması zevkli ve yüze gülücükler konduran bir masaldı. Özellikle kötü bir dönemden geçiyorsanız kalbinizi yumuşatacak ve iç huzurunuzu bulmanızı sağlayacak bir öykü.

Bu kitaba puanım: 8/10

Siz “Küçük Şeyler” ve “Oz Büyücüsü” kitaplarını okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Alıntılar

“Başıma gelen korkunç bir şeydi; ama orada dikilip durduğum bir yıl boyunca düşünecek zamanım oldu ve en büyük kaybımın kalbimi yitirmek olduğunu anladım. Âşıkken dünyadaki en mutlu insan bendim, ama kalbi olmayan biri âşık olamaz; bu yüzden Oz'dan bir kalp istemeye karar verdim.”

“ ‘Ne olursa olsun,’ dedi Korkuluk, ‘ben kalp değil beyin istemeliyim; çünkü aptal biri kalbi olsa bile onunla ne yapacağını bilemez.’

‘Ben kalp almalıyım,’ diye karşılık verdi Teneke Adam, ‘çünkü beyin insanı mutlu etmez, oysa mutluluk dünyadaki en güzel şeydir.’ ”

“ ‘Bana beyin veremez misin?’ diye sordu Korkuluk.

‘Buna ihtiyacın yok. Her gün yeni bir şey öğreniyorsun. Bir bebeğin beyni vardır, ama fazla şey bilmez. Bilgiyi sağlayan tek şey deneyimdir ve dünyada ne kadar uzun kalırsan o kadar deneyim elde edersin.’ “