Light Pink Pointer

14 Ekim 2022 Cuma

İvan İlyiç’in Ölümü | Kitap Yorumu

Hepiniz selamlar. Bugün sizlere Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yazdığı “İvan İlyiç’in Ölümü” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için faydalı olur.

Ne anlatıyor?

İvan İlyiç oldukça çalışkan, işinde çok başarılı bir hukukçudur. En üst düzey memurluğa doğru emin adımlarla ilerlemiştir.

Günün birinde bir hastalığın pençesine yakalanmasıyla ölüm yavaş yavaş kendisini avuçlarının içine almaya başlar. Bu durumun hem kendisi hem de çevresi üzerindeki etkilerini okuyor, ölümü biz de İvan İlyiç ile beraber tanımaya başlıyoruz.

İvan İlyiç’in hastalık sürecini okurken kendinizi sorgulayacak, hayatınızı gözden geçirecek ve tüylerinizin diken diken olduğunu hissedeceksiniz.

Benim düşüncelerim neler?
Hukuk mecrasında büyük bir nüfuzu olan İvan İlyiç’in ölümü üzerine iş yerinde kendisinin yerine kimin geçeceği ve bu pozisyonun maaşı konuşuluyor, İvan İlyiç’in yakın dostu olduğunu iddia eden bu adamların tek düşündüğü şey para oluyordur. İvan İlyiç’in ölümü onlarda hiçbir teessür yaratmıyor, tam tersi kendi başlarına gelmediği için şükrediyorlardır. Aynı durum aile içinde de geçerli oluyor. Ailedekiler İvan İlyiç’ten kalacak parayı konuşuyor ve sadece bunu önemsiyordur. Kendisinin ölmeden önce hasta olduğu zamanlarda da kendisiyle ilgilenmiyor ve kendi hayatlarını sanki İvan İlyiç sapasağlammış da ölmek üzere değilmiş gibi devam ettiriyorlar.

Tabii ailesindeki bu durumun sebebi de birazcık kendisi. Kendini sadece işine adamıştır ve asla aile yaşantısının içerisine tam olarak girmemiştir. Bu da aile içinde birbirlerine karşı duvar örmelerine sebep olmuştur. Hayatı sadece işinden ibaret olduğu için de sosyal becerileri sadece kâğıt oynamak ve arkadaşlarla arada bir sohbet etmek olan İvan İlyiç, aile içinde pasif kalmıştır.

Görevine bu kadar bağlanmasının bir sebebi de mahkemede tüm kararların ona bağlı olması. Hayatı hep en lüks ve herkesin kendisini takdir edeceği şekilde yaşayan İvan İlyiç, sadece mahkeme salonunda kendi kararlarını verebiliyor, sadece o zaman kendisi olabiliyordur. Bu da işine olan bağlılığını güçlendiriyordur.

Bu pahalı ve şaşalı yaşamında en önemli şeyin aslında lüks ve para değil, sağlık olduğunu anlayan İvan İlyiç hep doğru bir hayat yaşadığını düşünmekteydi. Ama bu hastalık sürecinde aslında bir şeyleri çok yanlış yaptığını anlamaya başlıyor, gençliği kıskanıyor ve yaşadıklarını gerçekten doğru bir şekilde yaşayıp yaşamadığını düşünüyor. Sağlık ona artık bulunmaz bir nimet gibi geliyordur.

Dediğim gibi ailesi bu süreçte kendisiyle alakadar neredeyse hiç olmuyordur. Tüm bu zamanlar boyunca yanında evin hizmetlisi Gerasim bulunuyor ve ona karşılıksız bir sadaket ve sevgiyle yaklaşıyordur. Yanında huzurlu hissettiği tek insan olan hizmetlinin bu duyguları karşısında aslında yüksek tabakanın katılaşmış kalplerine karşı gerçek sevgi ve sadakat duygusunu alt tabakadan olan Gerasim’de buluyor. Bu da fark ettiği şeylerden bir tanesi olarak hanesine ekleniyor.

Kendini gerektiği gibi yaşadığı yalanıyla avutuyor ama asla hayatında gerçek anlamda mutluluğu tadamıyor. Evliliği ve yaşamdaki tüm kararları aslında birer kurmacadır. Bunun farkına ise son dakikalarında ancak varıyor.

Kitapta beni en çok etkileyen şey ise yazarın ölüm tasvirini bu kadar gerçekçi anlatmasıydı. Sanki İvan İlyiç’in yaşadıklarını kendisi yaşamış, ölmüş de tekrar dirilip yaşadığı bu deneyimi bizimle paylaşmış gibiydi. Tüylerim diken diken okudum. Gerçek anlamda çok başarılıydı. Eh ne de olsa Tolstoy’dan bahsediyoruz aksi hali düşünülemezdi.

Okurken kendimce bir sürü yorum yaptığım ve elimden bırakamadığım bir kitaptı. Siz “İvan İlyiç’in Ölümü”nü okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Belki de sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?”

“Acıların zaman içinde artması gibi, hayat da bütün olarak hep daha kötüye gidiyor.”

“Hayat gitgide artan acılar demek; artan bir hızla en dibe, en korkunç acılara doğru uçmak demekti. ‘İşte ben de uçuyorum...’ ”

“Nasılsa hepimiz öleceğiz. Elimiz ayağımız tutarken niye çalışmayalım?”

“Hep aynıydı. Kimi zaman ufacık bir umut ışıltısı belirir gibi oluyor, kimi zaman da bir umutsuzluk denizi kudurmaya başlıyordu, ama hep aynıydı: Aynı acı, aynı keder, aynı iç sıkıntısı...”

“Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum. İnsanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar eksiliyor, ayaklarımın altından çekilip gidiyordu.”

 

İnsancıklar | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Fyador Mihayloviç Dostoyevski’nin yazdığı “İnsancıklar” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor / Benim düşüncelerim neler?

Makar Devuşkin oldukça yoksul bir memurdur. Bir çay içecek bile durumu olmayan bu adam zar zor geçiniyordur. Varvara Alekseyevna ile mektuplaşıp onu kendi kızı gibi benimseyen Makar Devuşkin, bir yandan da Varvara’ya maddi destek sağlamaya çalışıyordur. Varvara da kendisiyle aynı durumda
olan yoksul bir öksüzdür çünkü.

Bu ikilinin mektuplaşmaları üzerinden yürüyen kitapta insanların paraya verdikleri önemi, parası olmayanı ezip kakmaları ve aslında yoksul ile zengin çatışmasını okuyoruz.

Toplum içerisinde ezilen ve kimliklerini kaybeden bu ikilinin mücadelesini okumakla kalmıyor, o dönemin toplum yapısıyla ilgili de bilgi sahibi oluyoruz. O dönemki maddi durumun izleri karakterler üzerinde çok güzel bir şekilde yansıtılmıştı. Sanki o küçücük odalarda ben yaşamış, gününü hiçbir şey yemeden geçiren benmişim gibi hissederek okudum tüm kitabı. Son sayfalarda ise şok geçirdim ve yaşanan durumu yüzümdeki buruk gülümseme ile okudum.

Bu zor durumda birbirlerinin sevgisiyle güç bulan Varvara ve Devuşkin’in hayatlarına dâhil olurken bir yandan da yazarımızın eşsiz gözlem ve yansıtma becerisine hayran kalıyoruz.

Kısa ama okuması zevkli, oldukça beğendiğim bir kitap oldu.

Siz “İnsancıklar”ı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler? İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim, kendinize çok dikkat edin sağlıcakla kalın.

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Çok tuhaftı! Ağlayamadım; ama ruhum paramparça olmuştu.”

“(...) ama en iyi anlarımda bile, ben hep hüzünlenirim.”

“Fakat artık yaşadıklarımı anlatmaya gücüm yetmiyor; onları düşünmek bile istemiyorum; bu hatıralar çok rahatsız ediyor beni.”

“Size şunu söyleyeyim, canım, insan yaşayıp gidiyor, ama hemen yanında böyle bit kitabın varlığını, bütün hayatının içine ilmek ilmek işlendiği bir kitabın varlığını bilmiyor.”

“Zaten dünyanın düzeni bu, canım, hepimiz birbirimize hava atıyoruz, hepimiz birini azarlıyoruz.”

“Bazen saklanır insan, saklanır, yakalanmamak için gizlenir, burnunun ucunu bile göstermeye korkar; yerini belli etmez, çünkü önyargı kol geziyordur, çünkü yeryüzünde başka şey kalmamış gibi, herkesin arasından seni bulup şamataya alırlar (...)”

“(...) ve sizin benim mutluluğum için vermek istediğiniz her şey, benim için bir kedere dönüştü ve yararsız bir üzüntüden başka bir şey bırakmadı bende.”

“Mutsuzluk bulaşıcı bir hastalıktır.”

“Para değil beni öldüren, bütün bu yaşam kaygıları, bütün bu fısıltılar, gülüşler, şakalar.”

“Sizi tanıyınca birincisi, kendimi daha iyi tanıdım ve sizi sevmeye başladım; küçük meleğim, sizden önce, tek başımaydım ve yeryüzünde uyuyor, yaşamıyordum sanki. Onlar, bana zalimlik edenler, çehremin bile uygunsuz olduğunu söylüyorlardı ve hor görüyorlardı beni, kendi kendimi hor görür olmuştum; kütük gibi olduğumu söylüyorlardı, ben de gerçekten kütüğüm ben, diye düşünüyordum, ama siz karşıma çıkınca, siz karanlık hayatımı aydınlattınız kalbimi ve ruhumu aydınlattınız ve ben ruhsal huzur bularak diğerlerinden daha kötü olmadığımı anladım; belki parıltı yok, ışıltı yok, renk yok, ama yine de insanım, kalbiyle ve düşünceleriyle bir insanım ben.”

“Ve bugün yaşadığım her şey, acı olsun, kederli olsun, tatlı olsun, her şey bana geçmişimdeki benzer bir şeyi, genellikle de çocukluğumda, çocukluğumun altın çağlarında olan bir şeyi hatırlatıyor.”

“Bazen öyle dakikalar oluyor ki tek başıma kalmaktan, tek başıma hüzünlenip tek başıma kesintisiz kederlenmekten mutlu oluyorum ve böyle hallerim git gide sıklaşıyor artık.”

“Bir sürü şerefli insan var, canım, emeklerinin karşılığını alamasalar da, kimseye boyun eğmeyen, kimseden ekmek istemeyen insanlar var.”

“Hatıralar mutlu olsun, kederli olsun, hep acı verir; en azından benim için öyle; ama bu tatlı bir acı. Ve kalp ağırlaştığı, daraldığı, sıkıldığı, kederli olduğu zaman, o zaman hatıralar onu tıpkı sıcak bir günün ardından gelen rutubetli bir gecede çiy damlalarının zavallı, kurumuş, gündüz vakti sıcaktan kavrulmuş çiçeği canlandırması gibi aydınlatıp canlandırır.”

“Tanrım, yaşamak ne kederli şey, Makar Alekseyeviç!”

“Ah, ne yapacağım, ne olacak benim kaderim? Çok ağır geliyor benim böyle bir bilinmezlikle olmam, bir geleceğimin olmaması, başıma ne geleceğini tahmin edememek. Geriye bakmak da korkutucu. Orada hep acı var, bir hatırayla bile kalbim iki parçaya ayrılıyor.”


7 Ekim 2022 Cuma

Karmaşık Duygular | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Stefan Zweig’in yazdığı “Karmaşık Duygular” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Roland pek de bir hedefi olmayan ve üniversiteyi eğlence aracı olarak gören bir öğrencidir. Günün birinde bir hanımla yaşadığı macerada babasına yakalanınca ve okulu uzun bir süredir astığı öğrenilince daha küçük ve sakin bir şehre gönderilir. Orada eğitimine devam edecek ve bu taşkınlıkları bırakacaktır.

Babasının bu sözlerinden oldukça etkilenen Roland üniversitenin yolunu tutar. Sınıfa girdiğinde ise profesörün öğrencileriyle bir tartışmada olduğunu görür. Alanından o kadar tutkuyla ve sevecenlikle bahseder ki Roland bu adamın etkisi altında kalır. Daha önce hayatını nasıl da boşa harcadığını düşünür ve profesörüyle tanışır. Onun sevecenliği ve yardımseverliğinden daha da etkilenen Roland derslerine iyice asılır.

Fakat Roland aslında oldukça farklı bir durumun gelişmekte olduğundan habersizdir. Öğretmeni ve karısının alt komşusudur ve sürekli onlarla birliktedir. Ama yavaş yavaş bir şeylerin farklılaşmaya başladığını görür. Bu iki insan arasındaki mesafeyi hissetmeye başlar ve bu gerçeğin arkasına düşerken aslında çok daha farklı bir duruma doğru sürüklenmekte olduğundan habersizdir.

Benim düşüncelerim neler?

Sonu hiç tahmin etmediğim bir şekilde bitti. Birkaç dakika boşluğa bakıp düşünmek durumunda kaldım. Gerçekten hiç tahmin etmemiştim. Ama tabii ki sonunun ne olduğundan burada bahsetmeyeceğim. Meraklandıysanız okumanız gerekiyor. :)

Roland’ın profesörü bu kadar sevmesinin bir nedeni de aslında babasına karşı hissettiği o suçluluğu profesörle gidermeye çalışması. Profesörü babasıyla özdeşleştiriyor.

İlk defa bir öğretmen, öğretmenlik dışında gerçekten kendisine yardım etmek isteyip hayatına dokunmaya çalışınca etkileniyor ve öğretmenine yakın hissediyor. Bu durum da derslere olan arzusunu harekete geçiriyor.

Biraz da profesörün durumu üzerine konuşacağım ama buralar spoiler içeriyor.

SPOİLER

Profesörün yönelimi çocukluktan itibaren kendini gösteriyor. Sürekli farklı olan ve yalnız kalan bir çocuk. Kendindeki farklılığın farkında. Bu da kendisinin bu durumla zorlu ve bilinmezliklerle dolu bir yaşama atılması anlamına geliyor.

O dönemde eşcinsellik gibi şeyler pek normal karşılanmadığından arzularını gizli bir şekilde ve kendince bastırmaya çalışsa da bu durum onun kişisel yaşantısını etkiliyor ve kendisini toplumdan tamamen soyutlamasına sebep oluyor. Bu da aslında yönelimlere saygı duymayan ve bu konuda baskıcı olan toplumun bu durumdaki bireylere yaşattıkları zorlu ve bir o kadar da acı dolu hayatı görmemizi sağlıyor. Döneminden ve dayattığı tabulardan dolayı sonsuza kadar imkânsız ve karmaşık duyguların esiri altında yaşayan profesör ve onun gibi daha niceleri adına derinden bir hüzün hissetmemize sebep oluyor.

SPOİLER BİTİMİ

Diğer Stefan Zweig kitapları gibi “Karmaşık Duygular” da çok akıcıydı. Hem kısa hem de oldukça kaliteli bir kurgusu vardı. Hiç beklenmedik sonuyla da okuru afallatmayı başarıyor.

Siz “Karmaşık Duygular”ı okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 7/10

Alıntılar

“Duraklar da müziğe dahildir.”

“Zaten kendisi başlı başına bir güzellik olan gençliğin kutsallaştırmaya ihtiyacı yoktur; içindeki canlı güçler onu trajik olana sürükler ve hüznün, henüz deneyimsiz olan kanını emmesine seve seve izin verir; gençliğin, tehlikelere her zaman açık olmasının ve ruhun tüm acılarına dostça elini uzatmasının nedeni de budur.”

“Fakat insanın duygu dünyası bir kez bozulmuşsa, sonradan girişilen kendi kendini teskin etme çabaları neye yarayabilir?”

 

Bülbülü Öldürmek | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Harper Lee’nin yazdığı “Bülbülü Öldürmek” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Scout ve Jem isimli iki kardeş, kendi küçük mahallelerinde yaşıyor ve sakin bir yaşam sürüyorlardır. Babalarıyla beraber ortak bir yaşantı süren bu ikilinin başlarına gelen olayları, çocuk kalbiyle hissettiklerini ve çocuk aklıyla düşünüşlerini okuyoruz.

Bu sıradan ve huzurlu yaşam günün birinde avukat olan babalarının bir “zenci”yi mahkemeye karşı savunmak üzere görevlendirilmesi üzerin son bulur. Irksal ayrımların olduğu bu dönemde beyaz bir adamın bir siyahiyi savunması büyük olay yaratır ve bu çocukları da etkiler.

İnsanların zihin yapısı ve acımasızlıklarıyla erken yaşta tanışmak durumunda bırakılan Scout ve Jem, yaşadıklarını bizlere aktarıyor.

Benim düşüncelerim neler?

Kitap aslında birçok mesajı bünyesinde barındırıyor. Sınıf farklılıklarının insanların birbirlerine davranışlarını nasıl etkilediği, kültür farklılıkları ve bunların yarattığı çatışma, ailenin karakter oluşumu ve gelecek üzerine etkisi. Özellikle bu ailenin karakter oluşumu üzerindeki etkisini ilk sayfalarda Scout ile öğretmeni arasındaki münakaşadan anlıyoruz.

Mahalledeki insan tiplemeleri, kasaba yaşantısı ve kadın ile erkeğe yüklenen roller de kitap boyunca bizleri düşündürtüyor ve bunları birçok cümleyle gözlemlememize olanak sağlıyor.

Çocukların annelerinin yokluğuyla babalarına sıkı sıkı tutunmaları ve bir annenin yokluğunun ne gibi durumlar yarattığını da görebiliyoruz.

Babaları kendilerine bir insanı insan olduğu için sevebilmeyi, kimseyi yargılamamayı ve her zaman doğruların peşinden gitmeleri konusunda idealist görüşlerle büyütürken bir yandan toplumun dayattığı normlarla yüz yüze gelen çocukların bir nevi hayatla ve adaletle olan mücadelelerini okuyoruz. Aynı zamanda bazen kötü sandığımız bir şeyin gerçek iyi, bazense iyi sandığımız bir şeyin gerçek kötü çıkabileceğini de öğreniyoruz.

Özellikle çocukların oyunlarını ve düşünce yapısını okurken huzur bulduğum bir kitap oldu. O kasaba havası ise burnumda tüttü. İçerdiği mesajlarla da gönlümde güzel bir yere sahip oldu “Bülbülü Öldürmek”.

Siz “Bülbülü Öldürmek”i okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…

Bu kitaba puanım: 7/10

Alıntılar

“Bir insanı anlayabilmek için, o insanın baktığı açıdan bakmayı becerebilmelisin...”

“Ama bazen bir adamın elindeki İncil... Babanın elindeki viski şişesinden daha tehlikeli olabilir.”

“Bazı adamlar vardır, o adamlar... Öbür dünyayla o kadar meşguldürler ki bu dünyayı da yaşamayı beceremezler.”

“Atticus bana, sıfırları atarsak geriye gerçekler kalır demişti.”

“Hepimiz biliyoruz ki, bazı insanların bizi inandırmaya çalıştıkları gibi insanlar eşit yaratılmamıştır... Bazıları ötekilere göre daha zekidir, bazı insanlar doğuştan kazanılmış daha fazla olanağı sahiptir, bazı insanlar ötekilere göre daha fazla para kazanır, bazı kadınlar başka kadınlara göre daha iyi kek yapar... Bazı insanlar pek çok başka insanın normal kapsama alanı içine girmeyen yeteneklere sahiptir. Ama bu ülkede insanlar ancak bir tek durumda eşit yaratılmış kişiler haline gelirler - bir yoksulu Rockefeller Ailesi'nin bir derdiyle, bir budalayı Einstein ile, cahil bir kişiyi bir kolej müdürüyle eşit gören tek bir kurum vardır. Bu kurum da, baylar, hukuk kurumudur.”

“Yalnızca tek bir tür insan varsa, o zaman neden hiç geçinemiyorlar? Hepsi birbirine benziyorsa, niçin özel bir çaba harcayarak birbirlerini aşağılıyorlar, Scout, galiba bir şeyleri anlamaya başlıyorum.”

“Başka insanların çoğunluğunun düşüncelerinden bağımsız hareket eden tek şey insanın vicdanıdır.”

“(...) birinin kötü olduğunu düşündüğü bir şeyle seni nitelendirmesi hiçbir zaman hakaret değildir. O kişinin ne kadar zavallı olduğunu gösterir, seni incitmez.”

 

Nietzsche Ağladığında | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Irvin D. Yalom’un yazdığı “Nietzsche Ağladığında” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

 Josef Breuer alanında uzman ve tanınan bir doktordur. Herkes kendisine tedavi olmaya gelir, o da onlara seve seve yardımcı olur. Ta ki karşısına daha önce hiç karşılaşmadığı bir hasta çıkana kadar. Hayatı bu hasta vesilesiyle tepetaklak olur.

Lou Salome isimli oldukça alımlı bir hanım kendisine mektupla bir konu hakkında danışmak istediğini bildirir. Bu ricayı kıramayan Breuer, Salome ile buluşur. Salome kendisinden bir hastayı tedavi etmesini ister. Yalnız bu hasta sıradan bir şekilde hasta değildir. Onun ruhu hastadır. Konuşarak tedavi uygulamasını ve umutsuzluk ile intihar gibi düşünceleri kafasından atmasına yardımcı olmasını ister Salome. Breuer ise bir hastayı konuşarak nasıl tedavi edeceğini kara kara düşünürken Salome’nin bahsettiği hasta ile tanışır. Bu hasta henüz değeri bilinmemiş ve iki kitabı yayımlanmış bir filozof olan Nietzsche’dir. İlk başta tedaviyi kabul etmeyen Nietzsche zamanla Breuer ile çok farklı bir ilişki geliştirir ve bu diyaloglarla birlikte kimin hasta kiminse doktor olduğu iyice birbirine karışır. Bu ikili birbirlerinin geçmişinin kapılarını aralarken aslında hiç de şahit olmadıkları yanlarını ve duygularını keşfetmeye başlayacaklardır.

Benim düşüncelerim neler?

Breuer ile Nietzsche’nin daha önce hiç yüz yüze karşılaşıp karşılaşmadıklarına dair herhangi bir bilgi bulunmuyor ama Salome tarih boyunca ünlü isimlerle adı aşk iddialarına çıkmış bir kadındır. Yani Nietzsche ile gerçek anlamda tanışıklığı olduğunu söyleyebiliriz.

Kitapta ise Breuer ile Nietzsche karakterlerini bir nevi “karşılaşsalardı nasıl olurdu?” mantığıyla okuyoruz. Elbette ki kitap bundan ibaret değil.

Nietzsche tedaviyi kabul etmeyen, inatçı, karamsar ve problemleri ile kendisine karşı barışık birisidir. Kendi ideolojisi ve doğruları onun için her şeydir. Dert yanmaktansa derdin katlanmayı tercih eder. Her ne kadar şiddetli bir şekilde acı çekse de. Aslında buradan kitabın isminin de ne kadar manidar olduğunu görüyoruz çünkü Nietzsche asla ağlayıp yakınan biri değildir. Onun gözyaşları haykıramadığı ve birilerine ulaşmasını umduğu düşünceleridir.

İlk başta Breuer, Nietzsche’yi tedavi etmeye çalışsa da daha sonrasında olay tam tersi şekilde gerçekleşir. Bir anda konu Breuer’in travmaları ve yaşadıkları üzerinden ilerlemeye başlar ve aslında hastasını tedavi ederken kendisiyle de yüzleşmiş olur. Bu yönden hem Nietzsche’nin durumunu hem de Breuer’in durumunu süzgeçten objektif bir şekilde geçirebiliyoruz. Bu da çok farklı bir tat veriyor okura.

Kitap boyunca bilinçaltının gizlerini ve insan üzerindeki etkilerini okuyor ve düşünüyoruz. Bilinçaltı denilince akla ilk gelen isim olan Freud ise kitabımıza dahil oluyor bu süreçte. Freud’un da düşüncelerini ve ilkelerini okumak, kitaba katkılarını gözlemlemek çok güzeldi.

Özellikle Breuer’in Bertha hakkındaki düşüncelerinin temel sebebi çözülünce ise kitap gerçek anlamda “Vay be.” dedirtti.

İnsanın içindeki vahşi duygulara ve arzulara odaklanan, ölümün ve yaşamın kıyılarında dolaşan bir kitaptı. Oldukça beğendim. Neyin neden olduğunu, o dönemde gelişmemiş olan konuşma terapisinin temellerinin atılımını gösteren, elinizden bırakamayacağınız bir kitap.

Siz “Nietzsche Ağladığında”yı okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın…

Bu kitaba puanım: 8/10

Alıntılar

“Seni ben yaratmış olsaydım seni daha sağlıklı, üstelik çok daha değerli yapardım... Ve belki de benim için sana biraz daha sevgi verirdim (...)”

“Ruhunda sükunete kavuşmak ve mutlu olmak isteyen insanlar inanmalı ve iman etmelidir ama hakikatin peşindeki insanlar iç huzurundan vazgeçip yaşamlarını bu sorgulamaya adamak zorundadır.”

“Gururlu bir yüceliğe erişmek isteyen ağaç fırtınalı hava ister. Yaratıcılık ve keşif de acıda saklıdır.”

“Sık sık yolumu şaşırdığımı düşünüyorum: Eski hedefler artık işe yaramıyor ve yenilerini de bulacak halde değilim. Hayatımın nasıl aktığını  düşündükçe kendimş ihanete uğramış ya da oyuna gelmiş gibi hissediyorum; sanki göklerdeki birileri bana bir oyun oynuyor, sanki bütün hayatım boyunca yanlış melodiyle dans edip durmuşum.”

“Yaşama amacı; benim amacım, hedeflerim, yaşamayı anlamlı kılan her şey, hepsi şu anda bana çok saçma geliyor. Bu saçmalıkların peşinden nasıl koştuğumu, bir daha ele geçmeyecek bir hayatı bunlar için nasıl harcadığımı düşündükçe korkunç bir ümitsizlik çöküyor içime.”

“Her zaman, en iyi hakikatlerin, kişinin kendi yaşam deneyimlerinden çıkarılmış zalim hakikatler olduğunu söylerdi.”

“Ah bu melankoli... İnsanın gerçekten boğulabileceği bir deniz var mıdır?”

“İnsan dostunu, düşmanından daha zor affediyor.”

“Hayır Friedrich, anlamak affetmek demektir.”

“Josef, ben hep şuna inanmışımdır: Bizler arzu edilenden çok arzu etmeye aşığızdır!”

“Bazen yaşamın o kadar içini görebiliyorum ki birden doğrulup çevreme baktığımda kimsenin yanımda olmadığını, bana eşlik eden tek şeyin zaman olduğunu görüyorum.”

“Onun bir tek bakışı yalnızlığımı unuttururdu. Bana yaşama amacımı ve yaşamanın önemini gösterdi.”

“ ‘Hayır!’ Nietzsche hiddetlenmişti. ‘Ben, gelecekteki başka bir tür yaşam için bu yaşamın asla değiştirilmemesi, bastırılmaması gerektiğini öğretiyorum. Ölümsüz olan bu yaşamdır, bu andır. Ölümden sonra yaşam yoktur, bu yaşamın varması gereken bir hedef, kıyamet günü yargıları yoktur. Bu an sonsuza dek varlığını sürdürür ve tek seyirciniz siz, yalnızca sizsiniz.’ “

“Evlilik bir hapishane değil, içinde daha yüce bir şeylerin yetiştirildiği bir bahçe olmalıdır.”

“Kimin bana eşlik ettiğinin ne önemi var, diye düşündü. Nasıl olsa herkes yalnız ölür.”

“Hiçbir şey her şey demektir! Güçlenmek istiyorsan, önce köklerini hiçliğin derinlerine gömmeli ve en yalnız yalnızlığınla yüz yüze gelmeyi öğrenmelisin.”

“Tek ödevin kendin olmaktır. Güçlü ol: Yoksa, büyümek için hep başkalarını kullanmak zorunda kalırsın.”

“Demek istediğim şu: Biriyle tam bir ilişki kurabilmen için önce kendinle ilişki kurabilmelisin. Eğer kendi yalnızlığımızı kucaklayamazsak, inzivaya karşı kalkan olarak başka birini kullanırız.”

“Ama Friedrich, kaybetmek için önce sahip olmak gerekir.”

“Belki de bizler birbirimizin gerçeğini göremeyen ve aynı acıları paylaşan insanlarız.”