Hepiniz selamlar. Bugün sizlere Lev Nikolayeviç Tolstoy’un yazdığı “İvan İlyiç’in Ölümü” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için faydalı olur.
Ne
anlatıyor?
Günün
birinde bir hastalığın pençesine yakalanmasıyla ölüm yavaş yavaş kendisini
avuçlarının içine almaya başlar. Bu durumun hem kendisi hem de çevresi
üzerindeki etkilerini okuyor, ölümü biz de İvan İlyiç ile beraber tanımaya
başlıyoruz.
İvan İlyiç’in
hastalık sürecini okurken kendinizi sorgulayacak, hayatınızı gözden geçirecek
ve tüylerinizin diken diken olduğunu hissedeceksiniz.
Benim
düşüncelerim neler?
Hukuk mecrasında büyük bir nüfuzu olan İvan İlyiç’in ölümü üzerine iş yerinde
kendisinin yerine kimin geçeceği ve bu pozisyonun maaşı konuşuluyor, İvan İlyiç’in
yakın dostu olduğunu iddia eden bu adamların tek düşündüğü şey para oluyordur.
İvan İlyiç’in ölümü onlarda hiçbir teessür yaratmıyor, tam tersi kendi
başlarına gelmediği için şükrediyorlardır. Aynı durum aile içinde de geçerli
oluyor. Ailedekiler İvan İlyiç’ten kalacak parayı konuşuyor ve sadece bunu
önemsiyordur. Kendisinin ölmeden önce hasta olduğu zamanlarda da kendisiyle ilgilenmiyor
ve kendi hayatlarını sanki İvan İlyiç sapasağlammış da ölmek üzere değilmiş
gibi devam ettiriyorlar.
Tabii
ailesindeki bu durumun sebebi de birazcık kendisi. Kendini sadece işine
adamıştır ve asla aile yaşantısının içerisine tam olarak girmemiştir. Bu da
aile içinde birbirlerine karşı duvar örmelerine sebep olmuştur. Hayatı sadece
işinden ibaret olduğu için de sosyal becerileri sadece kâğıt oynamak ve
arkadaşlarla arada bir sohbet etmek olan İvan İlyiç, aile içinde pasif
kalmıştır.
Görevine bu
kadar bağlanmasının bir sebebi de mahkemede tüm kararların ona bağlı olması. Hayatı
hep en lüks ve herkesin kendisini takdir edeceği şekilde yaşayan İvan İlyiç,
sadece mahkeme salonunda kendi kararlarını verebiliyor, sadece o zaman kendisi
olabiliyordur. Bu da işine olan bağlılığını güçlendiriyordur.
Bu pahalı ve
şaşalı yaşamında en önemli şeyin aslında lüks ve para değil, sağlık olduğunu
anlayan İvan İlyiç hep doğru bir hayat yaşadığını düşünmekteydi. Ama bu
hastalık sürecinde aslında bir şeyleri çok yanlış yaptığını anlamaya başlıyor,
gençliği kıskanıyor ve yaşadıklarını gerçekten doğru bir şekilde yaşayıp
yaşamadığını düşünüyor. Sağlık ona artık bulunmaz bir nimet gibi geliyordur.
Dediğim gibi
ailesi bu süreçte kendisiyle alakadar neredeyse hiç olmuyordur. Tüm bu zamanlar
boyunca yanında evin hizmetlisi Gerasim bulunuyor ve ona karşılıksız bir
sadaket ve sevgiyle yaklaşıyordur. Yanında huzurlu hissettiği tek insan olan hizmetlinin
bu duyguları karşısında aslında yüksek tabakanın katılaşmış kalplerine karşı
gerçek sevgi ve sadakat duygusunu alt tabakadan olan Gerasim’de buluyor. Bu da
fark ettiği şeylerden bir tanesi olarak hanesine ekleniyor.
Kendini gerektiği
gibi yaşadığı yalanıyla avutuyor ama asla hayatında gerçek anlamda mutluluğu
tadamıyor. Evliliği ve yaşamdaki tüm kararları aslında birer kurmacadır. Bunun farkına
ise son dakikalarında ancak varıyor.
Kitapta beni
en çok etkileyen şey ise yazarın ölüm tasvirini bu kadar gerçekçi anlatmasıydı.
Sanki İvan İlyiç’in yaşadıklarını kendisi yaşamış, ölmüş de tekrar dirilip
yaşadığı bu deneyimi bizimle paylaşmış gibiydi. Tüylerim diken diken okudum. Gerçek
anlamda çok başarılıydı. Eh ne de olsa Tolstoy’dan bahsediyoruz aksi hali düşünülemezdi.
Okurken kendimce
bir sürü yorum yaptığım ve elimden bırakamadığım bir kitaptı. Siz “İvan İlyiç’in
Ölümü”nü okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi
okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın…
Bu kitaba
puanım: 8/10
Alıntılar
“Belki de
sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?”
“Acıların
zaman içinde artması gibi, hayat da bütün olarak hep daha kötüye gidiyor.”
“Hayat
gitgide artan acılar demek; artan bir hızla en dibe, en korkunç acılara doğru
uçmak demekti. ‘İşte ben de uçuyorum...’ ”
“Nasılsa
hepimiz öleceğiz. Elimiz ayağımız tutarken niye çalışmayalım?”
“Hep
aynıydı. Kimi zaman ufacık bir umut ışıltısı belirir gibi oluyor, kimi zaman da
bir umutsuzluk denizi kudurmaya başlıyordu, ama hep aynıydı: Aynı acı, aynı
keder, aynı iç sıkıntısı...”
“Tepeye
tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum.
İnsanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar
eksiliyor, ayaklarımın altından çekilip gidiyordu.”