Hepinize selamlar. Bugün sizlere Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin yazdığı “Budala” isimli kitabı inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.
Ne anlatıyor?Prens Mışkin, rahatsızlığı sebebiyle uzun süre tedavi görmüş, soylu bir aileden gelen bir yetimdir. İsviçre’de yanında kaldığı doktor sonunda yeterince iyileştiğine kanaat getirince kendisinin Rusya’ya dönebileceğini söyler. Bunun üzerine Prens Mışkin Rusya’ya dönmek için trene biner. Trende aynı kompartımanda kaldığı kişilerin hayatını kökünden
değiştireceğinden habersiz bir şekilde Rusya’ya yol alır ve burada farklı sosyal statülerde ve farklı karakter yapısında çeşitli insanlarla tanışır. Hayatı ilk defa bu insanlar üzerinden deneyimleyecek olan Prens Mışkin, kendisini zorlu günlerin beklediğinden habersiz bir şekilde bu insan topluluğunun arasına direkt olarak dalar…
Benim
düşüncelerim neler?
Zenginliğin ve sosyal statünün insanlar üzerindeki izlerine ve sosyal statünün keskin çizgilerinin insanlar üzerindeki ayrımı nasıl belirginleştirdiğini net bir şekilde bize gösteren “Budala”, aynı zamanda bize ölümle hayat arasındaki ince çizginin nasıl bir görünüp bir kaybolduğunu ve şimdi hayattaysak yarın bir gün olmayacağımızı acı bir şekilde haykırıyor.
Prens o
kadar masum, o kadar iyi niyetlidir ki içerisine girdiği insan topluluğunu
çözümlemekte tarafsız olamıyordur. Hep iyi niyetli düşünüyor, yaptıkları
kötülükleri göremiyordur.
İlk başta
Prens, oldukça fakir ve gereksiz biri olarak görülürken bir anda akrabalarından
birinden yüklü bir servet kaldığını duyunca herkes kendisini bir anda
yüceltmeye ve aralarına almaya başlar. Bunun
üzerine Prens, hangi sosyal tabakaya ait olduğunu bilmeden sürekli olarak bu
insanların arasına girer çıkar.
Bir çok
zengin olan Yepançinlerle, bir fakir olan Lebedev ve Ardalionoviçlerle, bir de
sonradan görme olan Rogojin ve Nastasya arasında adeta bir pinpon topu olan
Prens; her tabakanın kendine ait sorunlarını ve entrikalarını ilk elden deneyimlerken
aynı zamanda kendisini birtakım duygulara kaptırmaktan geri durmaz. Aşık olur,
ama bu aşkı kendisine büyük bir bela açar.
Eskiden olan
hastalığından ötürü kendisine “Budala” denilen Prens aslında oldukça yanlış
tanımlanıyor. Oldukça zeki, hoşgörülü ve kibardır. Ama insanlar kendi
doğrularına ve bildiklerine göre hareket etmeyi sevdiklerinden ötürü Prens’in
kendilerine göre olağandışı görünen bir hareketine rastladıklarında hemen
kendisine “Budala” sıfatını yapıştırıyorlar. Burada aslında budala olan
onlardır ama bunun farkında değildirler.
SPOİLER
İÇERİR:
Kitapta beni en çok etkileyen kısım İpollit’in kendini vuracağı sırada herkesin
beklemesi ama daha sonrasında kurşun patlamayınca herkesin İpollit’i gösterişçi
olarak nitelendirmesiydi. İpollit gerçekten intihar etmeye çalışmış ama kurşun
patlamamıştır. Buna inanmayıp herkes İpollit’in korkaklığından ötürü intihar
etmediğini söyleyip kendisine gülerler. Sanki gözlerinin önünde birisi intihar
etmeye çalışmamış gibidirler. Buradan bile insanların bir başkasının yaşamına,
hatta ölümüne bile saygı duymadığı; herkesin birbirine sadece gösteriş yapmak
için toplandığı bu ortamda birinin yaptığı herhangi bir eylemin başka şekilde
nitelendirilemeyeceğini görmüş oluyoruz. İpollit onlar için boş bir canlı
yaşamından başka bir şey değildir. Onların gözünde bir insan değerinde
değildir. Bu bana çok çarpıcı geldi.
SPOİLER
BİTİMİ
İnsanların
birbirinin arkasında konuşup sonra yüzlerine güldüğü; hırsızlık, kumar, içki
gibi şeylerle hayata tutunup hayatlarını boşa geçirmelerini okuyor ve bu boşa
geçen yaşam çıkarımını özellikle Prens’in anlattığı İdam Mahkûmu hikâyesinde
daha net bir şekilde görüyoruz. Her şeyiyle sevdiğim, uzun soluklu ama oldukça
etkileyici bir kitaptı.
Siz “Budala”yı
okudunuz mu? Okuduysanız sizin düşünceleriniz neler?
İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın!
Bu kitaba puanım: 8/10
Alıntılar
“Bu tür
ukala insanlara toplumun belli kesimlerinde kimi zaman, hatta çoğu zaman
rastlanır. Her şeyi bilirler. Zamanımızın bir düşünürünün dediği gibi, yaşamda
ilgi duydukları daha önemli şeyler ve görüşleri olmadığından, zekâlarının,
yeteneklerinin tüm ilgisi tek bir yöndedir. Gelgelelim, “her şeyi bilirler”
derken burada oldukça sınırlı bir alanın kastedildiğini bilmek gerek: Falanca
nerede çalışıyor, kimleri tanır, malı mülkü ne kadardır, vali olarak nerelerde
görev yapmıştır, karısı kimlerdendir, ne kadar drahoma getirmiştir, kuzeni
kimdir, uzak akrabaları kimlerdir, vb. vb… Hep bu çeşit şeylerle ilgilenirler.”
“Ayrıca
anladığım kadarıyla, birçok bakımdan oldukça farklı insanlarız da… ortak
yanımız belki de hiç yok. Ama biliyor musunuz, bu son söylediğime kendim de
inanmıyorum. Çünkü çok sık böyle gelir insanlara, ortak yanlarının olmadığını
sanırlar. Oysa çok ortak yanları vardır… İnsanların tembelliğinden, bir de
birbirlerini nasıl görünüyorlarsa öyle değerlendirdiklerinden, onlarda başka
bir şeyler bulamadıkları için oluyor bu…”
“Peki ama,
neden korkuyorlardı o kadar? Her şey anlatılabilir çocuklara, her şey... Büyüklerin
çocukları hiç tanımlamaları her zaman şaşırtmıştır beni. Anne babalar kendi
çocuklarını bile doğru dürüst tanımıyor. Küçük oldukları, bazı şeyleri
öğrenmelerinin zamanı henüz gelmediği gerekçesiyle çocuklardan hiçbir şeyin
gizlenmemesi gerekir.”
“Ama bir
konuda haklıydı Şneyder: Gerçekten de yetişkinlerle, insanlarla, büyüklerle bir
arada olmayı sevmiyordum. Uzun zaman önce fark etmiştim bunu. Sevmiyordum,
çünkü beceremiyordum onlarla bir arada olmayı. Benimle ne konuşurlarsa
konuşsunlar, bana ne kadar iyi davranırlarsa davransınlar yine de nedense
sıkılıyorum onların yanında. Arkadaşlarımın yanına gidebileceğim zaman çok
mutlu oluyordum. Arkadaşlarım ise hep çocuklardı...”
“Kaldırımlarda
sağımdan solumdan geçip duran, telaşla koşturan, her zaman aceleci, asık
suratlı, endişeli insanlara katlanamıyorum. Neden hep üzgün, hep endişeli,
telaşlıydılar? Her zamanki hüzünlü öfkeleri (çünkü öfkelidirler, öfkelidirler,
öfkelidirler) nedendir? Mutsuzluklarının suçu kimindir? Hem önlerinde altmış
yıllık koca bir ömür varken neden yaşamayı bilmiyorlar?”
“Sorun
onlara, her birine tek tek sorun bakalım mutluluktan ne anlıyorlarmış? Ah
inanın, Kolomb Amerika'yı keşfettiği anda değil, onu keşfederken mutluydu.
İnanın, mutluluğu belki de Yeni Dünya'yı keşfetmeden üç gün önce doruğa
çıkmıştı, umutsuzluğa kapılan adamlarını gemiyi Avrupa'ya döndürmek üzereyken
vazgeçirdiği anda... Önemli olan Yeni Dünya değildi, yerin dibine batsındı Yeni
Dünya! Neredeyse Yeni Dünya'yı görmeden, neyi keşfettiğini anlamadan ölmüştü
Kolomb. Önemli olan yaşamdır, yalnızca yaşam... onun keşif süreci, sürekli ve
bitmek tükenmek bilmeden yaşamı keşfetme çabası, yoksa keşfetmiş olmak değil...”
“İyilik
tohumunuzu, 'sadakanızı' , hangi biçimde olursa olsun, iyiliğinizi başka birine
verirken, ona benliğinizin bir bölümünü vermiş ve onunkini de bir bölümünü
kendinize almış oluyorsunuz. Karşılıklı olarak kişilikleriniz birbirine
karışmaktadır. Biraz daha dikkat edecek olursanız bilgiyle, hiç bilmediğiniz
keşiflerle ödüllendirileceksiniz. Sonunda kesinlikle işinizi bilim olarak
görmeye başlayacaksınız. Her şeyinizi
kaplayacaktır bilim, belki de bütün yaşamınızı dolduracaktır. Öte yandan,
düşüncelerinizin tümü, dağıttığınız, belki de unutup gittiğiniz tohumların tümü
büyüyecek, benliğinizi saracak ve sizden başkalarına geçecektir. Peki,
insanlığın yazgısının belirlenmesinde ne gibi bir etkiniz olacağını nasıl
bilebilirsiniz? Bilim ve bu yaşam uğraşınız sonunda sizi çok büyük bir tohum
atmak, dünyaya dev bir düşünce armağan etmek düzeyine çıkaracaktır...”
“Doğmamak
elimde olsaydı, bu komik koşullar altında var olmayı belki de seçmezdim. Ama
ölmek, geride kalan günlerimi yaşamamak yetkim var hala. Pek büyük bir yetki,
pek büyük bir başkaldırı değil bu.”
“Gururu
yüzünden, ona olan aşkım için hiçbir zaman bağışlamayacaktır beni ve bu yüzden
ikimiz de mahvolacağız!”
“Bana âşık
olduğunu söylüyorsunuz, peki ama aşk mı bu? Bütün çektiklerimden,
yaşadıklarımdan sonra aşktan söz edilebilir mi? Hayır, aşk değil, başka bir şey
bu!”
“Aslında,
sözgelimi, insanın zengin, iyi bir aileden gelmesi, hoş görünümlü, eğitimli,
akıllı, hatta iyi niyetli olması, ama öte yandan hiçbir yeteneğinin, hiçbir
özelliğinin, hatta hiçbir tuhaflığının, kendine özgü tek bir fikrinin olmaması,
yani kesinlikle "herkes gibi" olmasından daha sıkıcı bir şey düşünülemez.”
“Şunu da
unutmayalım, insan davranışlarını yönlendiren nedenler, genellikle
zannettiğimizden daha karmaşık ve çeşitlidir, bu yüzden sonradan onları nadiren
kesin olarak açıklayabiliriz.”
“Anlayabilmesi
için önce kalbi olması gerekir insanın!”
“İnsanların
bana saygı duymasını isterim prens. Nasıl desem, kalbimi armağan ettiğim
insanlardan da beklerim bunu. Prens, ben kalbimi çok sık armağan ederim
insanlara ve hemen her zaman aldatılırım.”
“- (...) Ne
dersiniz, şu anda küçümsüyorsunuz beni, değil mi?
-Niçin?
Bizden çok acı çektiğiniz ve çekmekte olduğunuz için mi?
-Hayır,
çektiğim acılara değmediğim için.
-İnsan
çekebildiği kadar acıya değer.”
“Hem sonra,
gerçekten mutsuz olabilir mi bir insan? Ah, mutlu olmaya gücüm varsa, hüzün ve
felaketin ne anlamı olabilir? Biliyor musunuz, bir ağacın yanından
geçeceksiniz, onu göreceksiniz ve mutlu olmayacaksınız ha, işte bunu aklım
almaz! Sevdiğiniz bir insanla konuşacaksınız ve mutlu olmayacaksınız! Ah,
anlatamıyorum... kötü durumda bir insanın bile adım başı göreceği öylesine çok
güzel şey varken mi mutlu olmayacaksınız? Bir çocuğa bakın, güneşin doğuşuna
bakın, bir otun boy atışına bakın, sizi seven insanların gözlerinizin içine
bakışına bakın...”
Çok güzel bir kitap gibiii. Bize tanıttığın için teşekkürler. Keşke ben de klasikleri okuyabilsem ama nedense çok ağır geliyor :o
YanıtlaSilYorumunuz için çok teşekkür ederim. Belki hafif klasiklerle başlarsanız daha güzel olur. "Çocukluk" , "Klara Miliç" ve "İnsan Neyle Yaşar" gibi. Tekrardan yorumunuz için teşekkür ederim, sağlıcakla kalın. :)
SilBilim kurgu polisiye tarzı kitapları severim ama dikkatimi çekmedi değil bu kitap. Anlatımın çok güzeldi :)
YanıtlaSilGerçekten çok güzel bir kitap. Biraz kalın ama kurgu o kadar güzel ki dert olmuyor. Yorumunuz için çok teşekkür ederim. :)
SilRica ederim ne demek hep uğrarım artık ;)
SilÇok teşekkür ederim. Mutlaka okumalıyım demesen de ben sana söyleyeyim: Mutlaka Oku! :)) Gerçekten çok güzel bir kitap, kalınlığı göz korkutmasın. :) Yorumun için teşekkür ederim.
YanıtlaSilokudum sevmiştim sayende hatırladım. en çok mışkin ismini sevmiştim yaa :)
YanıtlaSilHaha değil mi, öyle garip isimler var ki kitapta söylenmesi en eğlenceli olan Mışkin. :))
SilOkumadım ama yorumunu okuduktan sonra okumaya niyetlendim.
YanıtlaSilÖneririm kesinlikle. Şimdiden iyi okumalar. :)
SilBu tür kitapları okumaya başlasam iyi olur,
YanıtlaSilTanıtım için sağol...
Ben teşekkür ederim yorumunuz için.
SilBir zamanlar severek okumuştum hatırladım sayenizde:)
YanıtlaSilHatırlatabildiğime sevindim. Gerçekten çok kaliteli bir eser. :)
SilOkumak istediğim klasiklerden biri fakat henüz fırsatım olmadı. Yorumunuzu okuyunca merak derecem epey arttı. Yazın pek klasik okuyamasam da yakın zamanda okumak istiyorum. Teşekkürler :)
YanıtlaSilBen teşekkür ederim bu güzel yorumunuz için. Herkesin okuması gereken güzide klasiklerden. Umarım okursanız beğenirsiniz. :)
SilVe bu kitap Dostoyevski'nin ilk kitabı... Bir alıntıda benden olsun Senden kaçtı, çünkü seni ne kadar çok sevdiğinin farkına vardı. Senin yanında olmaya gücü yetmedi.
YanıtlaSilBu alıntı en meşhuru sanırım. İlk kitabı olduğunu bilmiyordum. :)
Silevet bu alıntıyı okuduktan sonra kitabı almaya karar vermiştim :)
Silİncelemesini yazdınız mı bilmiyorum ama yazmadıysanız sizin de görüşlerinizi okumak isterim. :))
SilMerhabalar blogger da yeniyim. Buraya alışmaya çalışıyorum. Lütfen blogumu takip edip göz atar mısınız. https://mavitanla.blogspot.com/?m=1
YanıtlaSilHoşgeldiniz. Göz atmaya çalışacağım.
SilSuper blog
YanıtlaSilPlease read my post
YanıtlaSilOkumak istediğim kitaplardan biri, çok iyi özetlemişsin. :)
YanıtlaSilTeşekkür ederim, okumanı mutlaka öneririm. :))
Sil