Light Pink Pointer

23 Ağustos 2022 Salı

Antakya’da Üç Kadın | Kitap Yorumu

Hepinize selamlar. Bugün sizlere Figen Doğruel Cilli’nin yazdığı “Antakya’da Üç Kadın” kitabını inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.

Ne anlatıyor?

Düriye, Suzan ve Nesibe isimli Antakya’da yaşayan üç kadının hikâyesini okuyor ve bu hikâyelerin nasıl iç içe geçtiğine tanık oluyoruz.

Acı ve kederle dolu bir hayatı olan Düriye, zengin bir ailede büyüyen ama ne istediğini tam olarak keşfedememiş olan Suzan ve son olarak da başarılı ve oldukça masum olan Nesibe. Bu üç kadın hayata karşı verdikleri savaşta yaşadıklarını bizlere aktarıyor ve onların hikâyelerini kendimizle bütünleştirmemizi sağlıyor. Yaşamlarının birbirileriyle iç içe geçeceğinden habersiz Düriye, Suzan ve Nesibe ile siz de bir yolculuğa çıkmak ister misiniz?

Benim düşüncelerim neler?
Adından da anlaşılacağı üzere Antakya’da geçen bu öykü bizlere sadece üç farklı yaşam sunmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı bir kültürü tanımamıza da olanak sağlıyor. Antakya kültürünü barındıran izlere kitap boyunca o kadar sık rastlıyoruz ki gerçekten farklı bir medeniyeti tanıdığımız izlenimine kapılıyor ve bundan zevk alıyoruz.

Kitabı okurken en zorlandığım kısım Düriye’nin yaşadıklarını okuduğum kısımdı. O kadar korkunç ve dayanılmaz acılar çekiyor ve bunlara katlanmak zorunda kalıyor ki… Okurken çoğu yeri hızlı hızlı ve bir anda okumak zorunda kaldım çünkü kaldırabileceğimden pek emin değildim. Tanrı kimseyi bu tarz şeyler yaşamak zorunda bırakmasın.

Düriye’nin öyküsü fazla açık yazılmıştı o yüzden rahatsız olabilecek okurlar olabilir. Psikolojik açıdan yıpranmayacağına ve kendisine sorun yaratmayacağını düşünen kişilerin okuması daha iyi olur. Herkes için uygun değil.

Suzan ise duygularından emin olmayan ve farklı şeyler deneyimlemek isteyen bir kadın. Yaşadığı çalkantılı duygular arasında doğru yolu bulmaya çalışıyor ve engebeli olan hayatında bazı şeylerin ayırdına varmakta zorlanıyor. Suzan’ın bu hayattaki sınavı duygularıyla.

Nesibe’nin hikâyesi ise aralarında en sevdiğim hikâye. Düriye’nin kısımlarından sonra özellikle nefes aldırıyor diyebiliriz. Nesibe’nin dingin ve huzurlu yaşamında ise ölümün kendisinden ayırdığı annesinin acısı, yeni yeni filizlenen aşkı ve öğretim hayatındaki başarıyı yakalama hırsı ile nasıl bir şeyleri elde etmeye çalıştığını okuyoruz.

Aslında bu üç kadın üç tip acıyı temsil ediyor diyebiliriz.

Suzan duygusal açıdan, Düriye fiziksel açıdan ve Nesibe ise psikolojik açıdan hayat tarafından sınanıyor. Acıların türü her ne kadar farklı olursa olsun insanı nasıl da yıprattığını ve bir karadelik gibi emip yok ettiğini bu üç farklı hayat hikâyesi üzerinden okuyoruz.

Okurken tek rahatsız olduğum şey Düriye’nin yaşadıklarının fazlasıyla açık bir şekilde anlatılmasıydı. Belki okuru etkilemek açısından gerekliydi ama şahsen ben hassas biri olduğum için kötü anlamda etkilendim ve Düriye’nin kısımları bir an önce bitsin diye dua ederek okudum. Suzan’ın da hikâyesinde yine rahatsız olduğum birkaç kısım oldu. Yine de genel olarak başarılı bulduğum ve bir ilk kitaba göre iyi bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.

Aynı zamanda sonda üç kadının da hayatının tek bir noktada birleşmesi çok hoşuma gitti. Bana kalırsa kitabı güzelleştiren etkenlerden bir tanesi buydu.

Dediğim gibi bir ilk kitaba göre başarılı buldum. Daha nice yazılarıyla karşılaşmak dileğiyle Figen Doğruel Cilli’ye başarılar diliyorum…

İncelemem bu şekildeydi. Umarım hoşunuza gitmiştir. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla kalın!

Bu kitaba puanım: 5/10

Alıntılar

“Kalp daima gerçekleri gösterir. Bizden daha güçlü bir algısı vardır kalbin. Bizlerin göremediği, bilmediği ve anlamadığını, algılayıp sentezler. Ve çıkardığı sonucu bize anlatmaya çalışır.”

“İnsan bazen ancak yaşayarak öğrenebilirdi ve bu bir kabahat değildi.”

“Hâlbuki ben onun yalnızca varlığıyla bile mutlu olabiliyordum. Bütün yaşadığım işkencelere rağmen onun bir tebessümü beni güçlü kılıyordu. Gizli bahçemdi o benim. Kimsenin göremeyeceği, elimden alamayacağı bir yere, içime sığdırdığımdı...”

“Her şeyi bir varoluş amacı vardı hayatta, her varlığın bir varoluş sebebi. Peki ya insanlar neden bilmiyordu bu hayatta oluş amaçlarını, yoksa unutuyorlar mıydı sonradan? Çocukken insanoğlu ne kadar şen şakraktır, umut doludur, yapacağı çok şey vardır. Ama sonra büyüdükçe heyecanı, neşesi azalır; umutlarını, hayallerini unutur ya da ona yanlış hayalleri olduğu hatırlatılır. Gerçeklerin, yaşamın kolay olmadığı, boş hayallerle geçirilen zamanların kayıp olduğu söylenir; o hayallerin gerçekleşme umudunu da ezercesine...”

“Herhangi bir hedefi olmayıp boş kalan insan, bir meşgalesi olmadığı için kendi yarattığı, yani aslında olmayan dertleri de edinebilirdi.”

“Antakya gibi rengârenktir aşk. Antakya gibi coşkun. Antakya'nın caddelerini, sokaklarını adımlarken; evlerine, binalarına, insanına bakmak gibidir. Onlara bakarken sevdiğini düşlemektir aşk. Sokaklarda, caddelerde, binalarda, ağaçlarda, yoldan geçen bütün insanlarda var etmektir sevdiğini.”


3 yorum:

  1. Yeni çıkan bir kitap. Hassassan kesinlikle önermem. Dediğin gibi yaşantımızda da bolca içindeyiz bu tarz durumların...

    YanıtlaSil
  2. İlginç bir kitapmış, ilk kez duydum. Belki denk gelirsem alırım ama yorumundan sonra özelikle alayım diye aramam.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Okunabilir bir kitap. Denk gelirseniz sizin de incelemenizi okumak isterim. :)

      Sil