Hepinize selamlar. Bugün sizlere Figen Doğruel Cilli’nin yazdığı “Antakya’da Üç Kadın” kitabını inceliyorum. Umarım bu incelemem sizler için yararlı olur.
Ne anlatıyor?Düriye, Suzan
ve Nesibe isimli Antakya’da yaşayan üç kadının hikâyesini okuyor ve bu hikâyelerin
nasıl iç içe geçtiğine tanık oluyoruz.
Acı ve
kederle dolu bir hayatı olan Düriye, zengin bir ailede büyüyen ama ne
istediğini tam olarak keşfedememiş olan Suzan ve son olarak da başarılı ve
oldukça masum olan Nesibe. Bu üç kadın hayata karşı verdikleri savaşta
yaşadıklarını bizlere aktarıyor ve onların hikâyelerini kendimizle
bütünleştirmemizi sağlıyor. Yaşamlarının birbirileriyle iç içe geçeceğinden
habersiz Düriye, Suzan ve Nesibe ile siz de bir yolculuğa çıkmak ister misiniz?
Benim
düşüncelerim neler?
Adından da anlaşılacağı üzere Antakya’da geçen bu öykü bizlere sadece üç farklı
yaşam sunmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı bir kültürü tanımamıza da olanak
sağlıyor. Antakya kültürünü barındıran izlere kitap boyunca o kadar sık
rastlıyoruz ki gerçekten farklı bir medeniyeti tanıdığımız izlenimine kapılıyor
ve bundan zevk alıyoruz.
Kitabı okurken
en zorlandığım kısım Düriye’nin yaşadıklarını okuduğum kısımdı. O kadar korkunç
ve dayanılmaz acılar çekiyor ve bunlara katlanmak zorunda kalıyor ki… Okurken
çoğu yeri hızlı hızlı ve bir anda okumak zorunda kaldım çünkü
kaldırabileceğimden pek emin değildim. Tanrı kimseyi bu tarz şeyler yaşamak
zorunda bırakmasın.
Düriye’nin
öyküsü fazla açık yazılmıştı o yüzden rahatsız olabilecek okurlar olabilir. Psikolojik
açıdan yıpranmayacağına ve kendisine sorun yaratmayacağını düşünen kişilerin
okuması daha iyi olur. Herkes için uygun değil.
Suzan ise
duygularından emin olmayan ve farklı şeyler deneyimlemek isteyen bir kadın. Yaşadığı
çalkantılı duygular arasında doğru yolu bulmaya çalışıyor ve engebeli olan
hayatında bazı şeylerin ayırdına varmakta zorlanıyor. Suzan’ın bu hayattaki
sınavı duygularıyla.
Nesibe’nin hikâyesi
ise aralarında en sevdiğim hikâye. Düriye’nin kısımlarından sonra özellikle
nefes aldırıyor diyebiliriz. Nesibe’nin dingin ve huzurlu yaşamında ise ölümün
kendisinden ayırdığı annesinin acısı, yeni yeni filizlenen aşkı ve öğretim
hayatındaki başarıyı yakalama hırsı ile nasıl bir şeyleri elde etmeye
çalıştığını okuyoruz.
Aslında bu
üç kadın üç tip acıyı temsil ediyor diyebiliriz.
Suzan
duygusal açıdan, Düriye fiziksel açıdan ve Nesibe ise psikolojik açıdan hayat
tarafından sınanıyor. Acıların türü her ne kadar farklı olursa olsun insanı
nasıl da yıprattığını ve bir karadelik gibi emip yok ettiğini bu üç farklı
hayat hikâyesi üzerinden okuyoruz.
Okurken tek
rahatsız olduğum şey Düriye’nin yaşadıklarının fazlasıyla açık bir şekilde
anlatılmasıydı. Belki okuru etkilemek açısından gerekliydi ama şahsen ben hassas
biri olduğum için kötü anlamda etkilendim ve Düriye’nin kısımları bir an önce bitsin
diye dua ederek okudum. Suzan’ın da hikâyesinde yine rahatsız olduğum birkaç
kısım oldu. Yine de genel olarak başarılı bulduğum ve bir ilk kitaba göre iyi
bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.
Aynı zamanda
sonda üç kadının da hayatının tek bir noktada birleşmesi çok hoşuma gitti. Bana
kalırsa kitabı güzelleştiren etkenlerden bir tanesi buydu.
Dediğim gibi
bir ilk kitaba göre başarılı buldum. Daha nice yazılarıyla karşılaşmak dileğiyle
Figen Doğruel Cilli’ye başarılar diliyorum…
İncelemem
bu şekildeydi. Umarım hoşunuza gitmiştir. Kendinize çok dikkat edin, sağlıcakla
kalın!
Bu
kitaba puanım: 5/10
Alıntılar
“Kalp
daima gerçekleri gösterir. Bizden daha güçlü bir algısı vardır kalbin. Bizlerin
göremediği, bilmediği ve anlamadığını, algılayıp sentezler. Ve çıkardığı sonucu
bize anlatmaya çalışır.”
“İnsan
bazen ancak yaşayarak öğrenebilirdi ve bu bir kabahat değildi.”
“Hâlbuki
ben onun yalnızca varlığıyla bile mutlu olabiliyordum. Bütün yaşadığım
işkencelere rağmen onun bir tebessümü beni güçlü kılıyordu. Gizli bahçemdi o
benim. Kimsenin göremeyeceği, elimden alamayacağı bir yere, içime
sığdırdığımdı...”
“Her
şeyi bir varoluş amacı vardı hayatta, her varlığın bir varoluş sebebi. Peki ya
insanlar neden bilmiyordu bu hayatta oluş amaçlarını, yoksa unutuyorlar mıydı
sonradan? Çocukken insanoğlu ne kadar şen şakraktır, umut doludur, yapacağı çok
şey vardır. Ama sonra büyüdükçe heyecanı, neşesi azalır; umutlarını,
hayallerini unutur ya da ona yanlış hayalleri olduğu hatırlatılır. Gerçeklerin,
yaşamın kolay olmadığı, boş hayallerle geçirilen zamanların kayıp olduğu
söylenir; o hayallerin gerçekleşme umudunu da ezercesine...”
“Herhangi
bir hedefi olmayıp boş kalan insan, bir meşgalesi olmadığı için kendi
yarattığı, yani aslında olmayan dertleri de edinebilirdi.”
“Antakya
gibi rengârenktir aşk. Antakya gibi coşkun. Antakya'nın caddelerini,
sokaklarını adımlarken; evlerine, binalarına, insanına bakmak gibidir. Onlara
bakarken sevdiğini düşlemektir aşk. Sokaklarda, caddelerde, binalarda,
ağaçlarda, yoldan geçen bütün insanlarda var etmektir sevdiğini.”
Yeni çıkan bir kitap. Hassassan kesinlikle önermem. Dediğin gibi yaşantımızda da bolca içindeyiz bu tarz durumların...
YanıtlaSilİlginç bir kitapmış, ilk kez duydum. Belki denk gelirsem alırım ama yorumundan sonra özelikle alayım diye aramam.
YanıtlaSilOkunabilir bir kitap. Denk gelirseniz sizin de incelemenizi okumak isterim. :)
Sil