Light Pink Pointer

31 Ağustos 2025 Pazar

Denemeler | Kitap Yorumu

    Hepinize merhabalar. Bugün sizlere Michel de Montaigne'in yazdığı "Denemeler" kitabını inceliyorum. Umarım bu incelememden memnun kalırsınız.

Ne anlatıyor? / Benim düşüncelerim neler?

"Denemeler", Montaigne'in kendi düşüncelerinden oluşan çeşitli konulardaki
yazılarından oluşuyor. Bunlar insanlık, hukuk, yaşam, vicdan, ölüm gibi yaşam çerçevesinde şekillenen konular daha çok. Bu düşüncelerini yazarken herhangi bir edebi kaygı taşımadan sadece düşüncelerini anlatmak ve kağıda dökmek gayesini güdüyor. Kendisi de bunu ifade ediyor. 

Yazdıklarını okurken çağının ötesinde düşünen bir yazar olduğunu hemen fark etsek de elbette ki bazı görüşleri bana pek hitap etmeyebildi. Buna rağmen düşüncelerini okura akıcı ve net bir şekilde anlatabilmiştir. 

Bir yerden sonra tekrara düştüğünü düşünüp biraz sıkılsam da bitirdiğimde beni gerçekten memnun eden ve okuduğum için memnun olduğum bir eser oldu. 

Montaigne'in düşüncelerini okura sunarken kullandığı birçok filozof ve düşünürden alıntılar da alması bana kalırsa eseri ayrı bir güzelleştiriyor. Birçok yerde de bize kültürel ve tarihi bilgiler de sunuyor bu alıntılar aracılığıyla.

Bana kalırsa çok da kalın olmamasıyla herkesin edinip okuması gereken bir eser. Düşünce ufkunu açacak, farklı bakış açıları sunmasıyla yer edinecek bir kitap.

Siz Denemeler'i okudunuz mu? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin, sağlıcakla kalın. 


Bu kitaba puanım:7/10



20 Ağustos 2025 Çarşamba

Amélie | Film Yorumu

 Hepinize selamlar. Bugün sizlere Jean-Pierre Jeunet'nin yönettiği "Amélie" isimli filmi inceliyorum. Umarım bu incelememden memnun kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Amelie, annesi ve babası psikolojik rahatsızlıklara sahip ebeveynler tarafından dünyaya gelmiş; bundan dolayı da onların etkisi altında çocukluğunu yalnız ve evde geçiren bir genç kızdır. Anne ve babasının bu durumu her ne kadar kendisini kötü etkilese de aslında iyi etkileyen yönleri de vardır: küçük şeylerden mutlu
olmak, farklı bakış açılarıyla dünyayı gözlemleyebilmek...

Annesinin kaybı ve babasının ilgisizliğinden ötürü evinden çıkmayan ve diğer çocuklarla da pek zaman geçiremeyen Amelie, yetişkinlik hayatında da bu yaşamını değiştirmeden sürdürür. Ta ki günün birinde evinde eski ev sahiplerinden birine ait bir eşya bulana kadar. Bulduğu eşyayı sahibine teslim etmek isteyen Amelie, teslim ettikten sonra yaşadığı mutluluk sayesinde hayatında bir değişiklik yapar ve bundan sonra çevresine karşı yararlı olma gayesi güder. Elbette ki kötü insanları da kendi hınzırlıklarıyla cezalandırmaktan geri durmaz.

Bu iyiliklerini yapmaya devam ederken günün birinde kendisine oldukça benzeyen sıra dışı bir beyle karşılaşır. İsmi Nino'dur. İlk gördüğü andan itibaren kendisine benzediğini hisseden Amelie gönlünü genç Nino'ya kaptırırken ne yapacağı konusunda kararsızdır. Duygularının sesini dinleyip Nino'nun peşinden mi gitmelidir yoksa kendi küçük fanusunda kalmaya devam mı edecektir?

Benim düşüncelerim neler?

O kadar tatlı bir filmdi ki. Psikolojisi bozuk ebeveynlerin biraz garip bir kızı olan Amelie'yi izlemek insanın içinde kendisine kocaman bir sarılma isteği uyandırıyor.

Bana kalırsa Amelie, başkalarının hayatına mutluluk vermek isterken aslında kendi çocukluğunda seçme hakkı olmadığı mutluluğu bu sefer seçebileceğine inanıyor. Her zaman bir fanusta olan ve bu fanusun sınırlarına uymak zorunda olan Amelie, mutlulukta özgürlüğü buluyor. İlk defa mutluluğu tercih edebiliyor. Keza kötülükleri cezalandırırken de bu durum böyledir. 

Bu iyilikleri yaparken karşılaştığı Nino ise kendisine bu sefer kesin bir soruyu beraberinde getiriyor: Fanusundan çıkmaya hazır mısın? Duygularını kabullenmeye, onları yaşamaya ve hayata atılmaya hazır mısın? Bu zamana kadar geç kaldığın ve uzağında durduğun hayatı artık yaşayacak mısın?

Filmin başında bizlere gösterilen Amelie'nin balığı da bana kalırsa yine Amelie'yi temsil ediyor. Kendisini sürekli fanusun dışına atmaya çalışan bu balık, bence oldukça anlamlı ve sembolik bir değere sahip.

Görsel anlamda da insanın göz zevkine hitap eden ve nostalji hissini buram buram izleyiciye aktaran bu film bana kalırsa aldığı ödülleri kesinlikle hakkediyor. Duygusal bir insan değilseniz, daha realistseniz sizi pek etkilemeyebilir. Ama bunun dışında izleyeni kendisine bağlayacağına inanıyorum.

Siz Amelie'yi izlediniz mi? Sizin düşünceleriniz neler?

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize dikkat edin, sağlıcakla ve sevgiyle kalın!

Bu filme puanım: 8/10

Oyuncular

Audrey Tautou

Mathieu Kassovitz

Lorella Cravotta

Jamel Debbouze

Serge Merlin

Isabelle Nanty

Dominique Pinon

Claire Maurier

14 Ağustos 2025 Perşembe

Yüzüklerin Efendisi | Film Yorumu

  Hepinize merhabalar! Bugün sizlere J.R.R. Tolkien'in eseri olan, Peter Jackson'ın yönetmenliğini yaptığı "Yüzüklerin Efendisi" film serisini inceliyorum. Umarım bu incelememden memnun kalırsınız.

Ne anlatıyor?

Orta Dünya'da Sauron zamanın birinde 3 yüzük elflere, 7 yüzük cücelere ve 9 yüzük insan ırkına olacak şekilde yüzükler üretti ve dağıttı. Ama asıl amacı yaptığı Tek Yüzük ile tüm dünyanın gücünü ve ırklarını kontrolü altına almaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için çeşitli savaşlar gerçekleştiren Sauron, Hüküm Dağı'nda bu savaşların birindeyken Isıldur adlı bir insanın parmağını kesmesiyle yüzüğü kaybeder. Lakin ölmez, yüzük var olduğu sürece Sauron da var olmaktadır.

Elbette ki yüzük uzun süre bir kişide kalamadı. Enerjisi çok güçlü ve takanı kontrolü altına alıyordu. Çeşitli kişilerin ellerinden geçtikten sonra en sonunda hobbit Bilbo Baggins'in eline ulaşır. Sauron hala yüzüğün peşindedir ve bu uğurda her şeyi yapmaya hazırdır. Yaşlanan ve yavaş yavaş yüzüğe karşı direncini kaybeden Bilbo, yüzüğü yeğeni Frodo'ya teslim eder. Elbette ki bunu kendi rızasıyla yapamayacak kadar güçsüz düşmüştür yüzüğe karşı, ama büyücü Gandalf'ın isteğiyle bunu yapar. 

Böylece Frodo'yu zorlu bir yol bekliyordur. Gandalf yüzüğün yok edilmesi gerektiğini söyler ve Frodo'yu yüzüğün yapıldığı ve sadece orada yok edilebileceği Kıyamet Dağı'na gitmesini söyler. Bu zorlu yola tek başına çıkmayan, birçok arkadaş ve yoldaş edinen Frodo elbette ki birçok zorlukla da karşı karşıya kalır. 

Benim düşüncelerim neler?

Orta Dünya incelikle işlenmiş bir evren. Her ırkın kendine özel bir geçmişi, özelliği ve karakteri var. Öyle ki kendilerine özel dilleri bile var ve Tolkien öyle bir dehadır ki bunların hepsini ayrıntılı bir şekilde işleyip okuru ve izleyiciyi evrenine çekebiliyor. Bu kadar büyük bir evreni okura ve izleyiciye anlaşılır ve çekici bir şekilde anlatmak her yiğidin harcı değildir. Bu yönden Tolkien her ne kadar zamanında birçokları tarafından değeri bilinmese de hak ettiği yere ulaşmış bir yazardır.

Kitaplarında 2. kitabın ortasına kadar gelmiştim ama 6 şubat depreminden sonra maalesef kitaplarım uzunca bir süre yoklardı ve ben de okumaya devam edemedim, o isteği de kendimde bulamadım açıkçası. Ama geçen günlerde filmlerini izleyip tekrardan kitaba geri dönme isteği uyandı içimde. Bundandır ki bir gece oturdum ve sabahlayana kadar 3 filmi de bitirdim. Şunu da belirtmek gerekiyor ki kitabı okuyup filmleri izlemek bana kalırsa filmleri daha anlaşılır kılıyor. Kitapta belirtilen ayrıntılar da gözden kaçmamalı elbette.

Kurguyu bir kenara bırakacak olursak görsel olarak da film çok başarılıydı. Manzaraları, evreni her şeyiyle bir görsel şölen sunmaktan geri kalınmamıştı. Her ırkı ayrıntılarıyla tanımak, yüzüğün yarattığı etkiyi izlemek ve her ırkın güç uğruna kendinden geçmesini gözlemlemek oldukça güzeldi. Güç uğruna yanıp tutuşma, eminim ki modern dünyada da hiçbirimizin yabancı olmadığı bir kavramdır. Birbirleriyle anlaşamayan ve birbirlerini sevmeyen ırkların, Sauron'u -kötülüğü- yenmek için birleşmesi de ibretliktir.

Herkesin severek ve beğenerek okuyup izlediği "Yüzüklerin Efendisi" belki ilk başta okuyanı edebi açıdan ve kurgunun ilerleyişi açısından çok farklı bir senaryoyla karşılaştırmasa da ilerleyen sayfalarda ve dakikalarda karakterleri ve ayrıntılı evreniyle kesinlikle okuru/izleyiciyi büyülemeyi başarıyor. 

Siz "Yüzüklerin Efendisi"ni okudunuz mu ya da izlediniz mi? Sizin düşünceleriniz neler?


Bu Filme Puanım: 9/10

İncelememi okuduğunuz için teşekkür ederim. Kendinize iyi bakın, sağlıcakla kalın.





5 Ağustos 2025 Salı

BİR YIL İÇERİSİNDE OKUDUKLARIM

 Hepinize selamlar! Uzun bir aradan sonra tekrar dönüş yapmış bulunuyorum. Üniversiteye başlamam ve 1 yıl içerisinde adapte olma sürecine girmemle birlikte burası biraz aksadı. Ama okumayı ve izlemeyi hiç bırakmadım. Bu yüzden bugün sizlere 1 yıl içerisinde okuduğum her kitabı inceleyemeyecek olsam da bende iz bırakan ve bahsetmezsem olmaz diye düşündüğüm kitapları inceleyeceğim. O halde başlayalım! 

Ne anlatıyor? / Benim düşüncelerim neler?

Antigone

Anayasa Hukuku dersi hocamız sayesinde, kendisinin işlediği Hukuk, Sanat ve Edebiyat seçmeli dersinde tragedyalarla tanışma fırsatı buldum. Kendisinin okumamızı istediği 3 tragedyadan bir tanesi Antigone'du. 

Antigone tragedyamızın ana karakteridir. Kreon adındaki dayısı ülkenin başındadır. Antigone'un iki erkek kardeşi Eteokles ve Polyneikes üzerinden tragedyamız ilerler. Eteokles, savaş zamanı dayısı Kreon'un yanında savaşarak kahramanca şehit olur. Polyneikes ise amcasına karşı çıkmış ve karşı safta savaşıp şehit düşmüştür. Savaş durup da iki kardeşin cesetlerinin ne olacağı sorusu ortaya çıkınca Kral Kreon, kendisinin yanında savaşan Eteokles'in kahramanlara özgü bir şekilde geleneklere uygun defninin ve töreninin gerçekleşmesini ister. Diğer kardeş Polyneikes ise bir vatan hainidir, kendisinin karşısında savaşmıştır ve vatan hainlerine uygun bir şekilde cesedinin ülke sınırları dışına atılarak vahşi hayvanların yemesi için terk edilmesini söyler. Bunun üzerine abisi Polyneikes'in cesedine yapılacak bu denli büyük bir saygısızlık karşısında Antigone sinirlenir ve dayısı Kreon'a karşı çıkar. 

Burada aslında bir ideoloji çatışması görüyoruz. Kreon ülkesinin bekası ve pozitif hukuk kuralları gereği vatanına ve kendisine ihanet eden Polyneikes'i bu şekilde cezalandırmak ister. Antigone ise özellikle dönemin Yunanlıları için oldukça önemli olan, ölülerin huzura kavuşması için düzenlenen anma töreninin kardeşi Polyneikes'e de uygulanmasını ister. Çünkü her ne kadar pozitif hukuk kuralları olsa da kendisi daha önemli olanın insanın vicdanı ve gelenekleri olduğunu savunur. Bir nevi Antigone'un doğal hukuk kuramını savunduğunu düşünebiliriz. 

Dinin, hukuk kurallarıyla bir çerçeveye oturtulamayacağını savunan Antigone; aynı zamanda feminist bir direnişin simgesidir. O dönemde kadınların pek bir haklarının olmadığı düşünülecek olursa Antigone hem hareketleriyle hem düşünceleriyle döneminin ilerisindedir. "Öbür dünyada kim bilir nasıldır 'iyi'nin tanımı!" , "Nefret etmek için değil, sevmek için yaratıldım." sözleriyle de bize bunu kanıtlamaktadır.

Elbette ki ben aldığım ders dolayısıyla ve okuduğum bölümün de etkisiyle Antigone'u daha hukuki olarak yorumladım. Oysa daha birçok farklı yoruma ve düşünceye açık bir kitaptır Antigone. Kısaca kendi çapımda özetleyecek olursam Antigone; hukuk kurallarının örf ve adetlerle çatışmasını işler ve bu yönde şekillenir. 

Bu ders kapsamında okuduğum diğer iki tragedya olan "Bakkhalar" ve "Oresteia üçlemesi" de beni oldukça etkileyen iki tragedyadır. Mutlaka tavsiye ederim.

Nana

Nana, eskiden alt tabakadan olan ve hayat kadınlığı yaparak yaşamını idame ettiren bir kadındır. Daha sonraları çıktığı tiyatro oyunlarıyla ünlenmesinin ardından para kazanmaya ve üst tabakanın arasına karışmaya fırsat bulur. Nana sayesinde toplumun her kesimindeki çürümeye ve çöküşe şahit oluyor, kendisini çok ahlaklı ve kusursuz gören kitlelerin aslında nasıl da korkunç birer karaktere sahip olduğuna şahit oluyoruz. Tiyatro sahnesi kitabımızın işleyişinde önemli bir yere sahip olan bir metafor olarak da düşünülebilir. Burada Tiyatro sahnesi sadece bir mekan değil, aynı zamanda üstündeki oyuncuların toplumdaki birer yansımasıdır. "Ahlaklı" olan kadın rolünü kapmak için yapılan ahlaksız davranışlar, sahnede canlandırılan karakter gibi toplumda da sürekli bir yapmacıklık ve canlandırma içinde olan insanlar... Bunların hepsi bize sayfalar arasında gösteriliyor. Aynı zamanda son sayfalarda da göreceğimiz üzere güzellik ve statünün öneminin aslında bir hiç olduğunu çarpıcı bir şekilde fark ediyoruz. Günün sonunda insanlar unutuluyor ve tekrar pişman olunan aynı davranışlar, aynı çürümüşlük devam ediyor.

İlk sayfalarda biraz sıkılarak okusam da ilerleyen sayfalarda okuyucuyu kendine çeken bir kitap Nana. Zola'nın natüralist gözlemleri de tadından yenmeyen bir eser çıkarıyor ortaya. 

Koku

Şu ana kadar okuduğum en ilginç ve etkileyici kitaplardan bir tanesiydi Koku. Öyle ki bana kalırsa kimse Süskind kadar iyi ve yaratıcı bir şekilde yazamazdı bu kitabı. Hatta yargılanmayı göze alarak söylüyorum ki başarılı herhangi bir yazar "Sefiller" gibi bir kitabı yazabilirken bence "Koku"yu yazabilecek çok az yazar vardır. Belki aynı kriterde değerlendirilebilecek kitaplar değiller ama benim düşüncem bu şekilde. Yani herkesin yazabileceği bir kitap olmadığını vurguluyorum. Dinliyoruz ama yargılamıyoruz!

Grenouille isimli bir katilin öyküsü Koku. Ama Grenouille öyle sıradan bir katil değildir. Öldürdüğü insanların kokularını alıp onlarla parfüm yapan oldukça sıradışı birisidir. İstenmeyen bir çocuktur, annesi kendisini balık pazarının ortasında doğurmuş ve ölmüştür. Doğduğu andan beri insanlar ondan korkuyor ve bu çocukta bir gariplik olduğunu seziyorlardır. Ve en önemlisi de garip bir şekilde bu çocuk kokmuyordur! Bebekken bebekler gibi kokmuyor, çocukken çocuklar gibi kokmuyor; kısacası kokmuyordur! Çocukluğundan beri istenmeyen bu çocuk, kokmuyordur ama enteresan bir özelliği vardır: O da efsanevi bir koku alabilme becerisidir. Her şeyin ama her şeyin kokusunu en ince ayrıntısına kadar analiz edebiliyor ve bileşenlerine ayırabiliyordur. Bu özelliği her ne kadar bulunmaz olsa da kendisini oldukça büyük problemlere sürükler.

Koku 5 duyu organımızdan bir tanesidir ve canlılar arasında da önemli bir yere sahiptir. Canlılar birbirlerini koku sayesinde bulur, tanır ve analiz eder. Burada da ilkel bir şekilde değerlendirdiğimizde Grenouille'in kokusunun olmaması aslında bir metafor olarak görülebilir. Toplumdan farklı birisidir ve toplum tarafından kabul edilmiyordur. İnsan olarak görülmüyor ve insanca bir yaşam sürmüyor. Çevresindekilere korku aşılıyor. Herkesin kokusunu en ince ayrıntısına kadar alabilen Grenouille de kendisini bu topluma ait hissetmiyordur. Öyle ki kimsenin olmadığı, ıssız, doğal alanlarda kendini evinde hissediyordur.

Kusursuz kokuyu bulana kadar insanları öldürmeye devam ediyordur. Ama sonrasında fark edeceği bir şey üstüne ise dünyası paramparça olur. Kendisi kokmuyordur. Kendi kokusunu bulmaya karar verir. Ve bu da aslında toplum içerisinde bir yer edinme, kendisini keşfetme çabası olarak yorumlanabilir. İlerleyen sayfalarda klasik bir insan kokusu elde ettiğini ve onu sıktığında insanların onu garipsemediği, herhangi bir insan olarak gördüğünü görüyoruz. Bu da bende toplumun normlarına uyduğu sürece insanların birbirini sahiplendiği izlenimini uyandırdı. Elbette ki daha farklı ve fazla bir sürü yoruma açık olan bir kitap Koku. Ama okurken cidden her seferinde "Böyle bir eser nasıl yazılabilmiş?" düşüncesini uyandıran, kurgusuna bayıldığım nadide bir eserdir Koku. 

Bugünlük incelemem bu kadardı. Okuduğunuz için teşekkür ederim. Bloğuma bir dönüş olması maksadıyla kaleme aldığım bu incelemeler umarım ki sizler için faydalı olabilmiştir. Sizleri seviyorum. Hoşça kalın!

Okuduğum kitaplardan anında haberdar olmak için 1000Kitap adresimi buraya tıklayarak takip edebilirsiniz.

Kafama göre yazılar kaleme aldığım diğer bloğum Aylak Kadın'ı buraya tıklayarak görebilirsiniz.